Kimsenin sevmediği filmlere şefkatle
sarılırım. Onlara bir şans vermek, düşük
puanlamalarını görmezden gelerek
dünyaya sunduklarına yakından bakmak
zaaflarımdandır
Kimsenin sevmediği filmlere şefkatle sarılırım. Onlara bir şans vermek, düşük puanlamalarını görmezden gelerek dünyaya sunduklarına yakından bakmak zaaflarımdandır.
Kimsenin sevmediği filmler beni enikonu mutlu eder. Aralarında keşfettiğim gizli hazineler sayesinde çokça ukalalık etmişimdir. Bazısını kıskanacak kadar sever, benden başkası bilmesin isterim. Hayal kırıklığına uğratanlara zaman kaybetmeden veda etmekten çekinmem. Bir film başlangıçları çöplüğüdür hafızam.
Eleştirinin yerini mahallelilikten veyahut markaya “bağlılıktan” beslenen, özete eklemlenmiş aşırı övgü ya da yerginin aldığı dönemdeyiz. Dokunuyor bana. Sinematik evrende gezindiğim yolumu sayılardan ziyade hisler ve gelişigüzel yazılmış, kenarda köşede kalmış, galatıhisse mahal vermeyen yorumlar belirlesin istiyorum.
Hayat da filmler gibi iyi ve kötü pek çok şeyin birikimi ve birleşimidir. Yaşamımda örnek aldıklarımı filmlerdekilerden çıkarır, ilham verenlere ekler, gardımı düşürenlere bölerim. Her zaman doğru sonucu bulamasam da gidiş yolumda mutlu mesut eğlenirim.
Perspektif edinmede, acımasızlık alametifarikasına sahip insanlıktan daha iyi bir öğretmendir insan yapımı filmler. Bazen kendimi ya da benzerimi, çoğu zaman da eksiklerimi ve yoksunluklarımı bulurum onlarda. İyi bir film senaryosu yazabilmeyi çok isterim. Kim bilir belki bir gün kötü bir filmin jeneriğinde geçer adım. Ne de olsa beğenilmeyen filmlerin şefkatli anasıyım.
Kimilerine göre deliyim, kimilerine göre ya sinemadan anlamıyorum ya da hepten gustosuzum. Ruhum sandığım kadar estetikten nasibini almış değil belki de. Kendime haksızlık etmeye bayılırım. Güzelliğiyle nam salmış filmlere de kayar ruhum sönük yıldızlar gibi. Perdede son yazdığında yeniden parlarım.
Zarafetten, nezaketten dem vururken bilgiden kâfi derece nasibimi aldım mı, emin değilim. Yazarım. Aklımdan ziyade içimden gelir kelimeler. İçinden gelenlere aklımla şaşarım.
Mutsuzlara, kendinden bıkmışlara, aradığını bulamamışlaradır hikâyelerim. Ne olursa olsun ben hep gülerim. Acıdan, yorgunluktan, ezilmekten türemiş bir tebessüm vardır dudaklarımda. Dünyaya gücümü böyle gösteririm.
İnsan sevmekte güdük kalmışım lakin yerden yere vurulan filmleri sevmeyi iyi bilirim. Bugüne dek hiç zararlarını görmedim.
Yakın geçmişte bir arkadaşıma “Hâlihazırda biz mutluluk denen şeyi üretiyoruz, ihtiyacımız farklı” dedim gayriihtiyari zuhur eden kelimelerle. Kendine faydan yok söküğünü dikemeyen terzi diyerek inledi içim. Ödülüm var; kendine faydasızlarda birinciymişim.
Bir film izledim bir gece önce. Aynı filmi ondan iki gece önce de izlemiştim. Şefkat Barı’ydı (The Tender Bar) adı. Kumsuz istiridye diye yerilmiş, çoktan beğenilmeyenler tezgâhına kurulmuştu.
Kitabını okumadım J.R. Moehringer’in. Uzaklarda bir babanın bıraktığı boşlukta buluşsak da kesişim kümemize kelimeler girmiş değil. Merakım Dickens’ı sevip sevmediğinde. Hayatında Quilp ve Bay Swiveller gibiler olup olmadığında? Birkaç şey daha var uzun uzadıya anlatılması gereken. Sığmaz buralara.
“Tanrı yazarları icat etti çünkü o da iyi bir hikâyeyi seviyor” demiş Moehringe. Belki ben de yepyeni bir icadım. Çatışmasız bulunmuş kitabın filmi. Benim çatışmam fazla erkek kokmasıyla. Yoksa sevdim işte yine sevilmemiş bir filmi.
Bir Charlie dayım olsa, diye başlayan ama devamını getiremediğim söz öbekleri yerleşti aklıma. Zihnimde kendimi baştan yazıp karakterimi prova ettim bizimkilere benzemeyen dayılarla.
Bir Charlie dayım olsa… Bazı filmler sadece böyle küçük sorular sordurur, yarım cümleler kurdurur insana.
“Orwell’ı oku.”
“Felsefe öğren.”
Başarısızlık hallerinden, kaba saba hayat derslerinden ötede tuhaf bir sükûnet hali var Şefkat Barı’nda. Kimse kimseye temas etmiyor, meseleler kendi kendine çözülüyor gibi görünse de, iç çatışmalarını birbirine yük etmeden paylaşarak halletmenin unutulmuş sadeliği var.
Kimsenin beğenmediği filmleri seviyorum. Kimsenin beğenmediği iyi hikâyelerin peşine takılmaktır vazgeçemediğim huyum.
Yazarım. Saçma kurgulara tuhaf kılıflar örerim ilmek ilmek.
Orion’a inat su üstünde yürüyorum. Yeknesak, alabildiğine mavi bir kütle benimle savaşmaya can atıyor. Kaçıyorum. Ortak olmadığım suçların cezasını çekmeyeceğim. Kuşların kanatlarına, balıkların yüzgeçlerine, kelebeklerin hafifliğine içim gidiyor. Huyumdur, kalbim hep bende olmayanın peşine takılır durur. Bir boynu büküklük taşıyorum eskiden kalma. İşte bu yüzden müsamahakârım kendime. Susuyorum. Sonbahar geldi, geçiyor. Kibirli, bir o kadar […]
Devamını OkuBaşlığı en sevdiğim yazarlardan olan Alessandro Baricco’nun bir kitabının adından aldım. Orijinal ismi Questa Storia olan eser Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Devrimi’nin tesirini arkasına alarak insanın hayatında yarım kalmış, hep yarım kalması muhtemel anılara, maceralara, duygulara ve ilişkilere odaklanır. Kitaba verilen Türkçe ismi çok severim. Kişisel yaşamımdan ziyade ülkemle ilgili hüzünlendirenbir yanı vardır benim […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku