Barış İNCE
Tüm Yazıları
Bir Sözcüğe Sığdırdım Dünyayı
Ana Sayfa Tüm Yazılar Bir Sözcüğe Sığdırdım Dünyayı

“Uzun uzun susuyoruz sözün kıyılarında Hangi kapıyı aralasak bir uzaklık esiyor Hiçbir düşünceyi sonuna dek götüremiyoruz.” Şükrü Erbaş

Şükrü Abi ile çok gezdik, çok söyledik. Otel resepsiyonlarının sandalyesinde sofra kurup rakı mı içmedik, türkülere eşlik mi etmedik, defalarca aynı kumarbaz fıkrasına mı gülmedik, antik kentlerde mermerin üstüne zorla çıkarıp kendisini, ondan şiir mi dinlemedik… Anlatacak çok şey olsa da bu yazının konusu başka. Benim ondan öğrendiğim dünya…

Şükrü Erbaş’ı 2000’li yılların ortalarında bir okur olarak tanıdım. Gençliğin, “söylemek gerek” dürtüleri arasında bizim sözümüzü imge yatağına akıtan bir şairdi o. Şiirlerini nasıl tarif edersin deseler şöyle derdim herhalde: “Kirpik”lerin birbirine değişi gibi usul, manalı ve hayatı çağrıştıran…

Yıllar geçti, Sarkacın Kalbi kitabındaki o ünlü şiirini okudum. “Yürüyorsun ya kalabalık dönüp bir daha bakıyor kendine, boyunda çiçeklenen yedi rengi seviyorum. Her damlası ayrı bir hayat, ne bilsin yüzüne düşmeyen, gözlerindeki yaşı seviyorum. Beni uzaklaştırmaya çalışırken aklından geçenleri seviyorum. Kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum.” Okudum ve dalga dalga, renkli renkli bir şeyler, şiirlerinde çok geçen o sözcük gibi “menevişlendi.”

Erbaş’ın şiirlerinde halk edebiyatından beslenen bir çınlama, batılı bir düşünselliğe çarpmış, sonra da imgeyle yalınlık arasındaki sarkaçta salınıp durmuş sanki. Bu toprakların dilini, Cemal Süreya’nın dediği “folklor şiire düşman” sözüyle harmanlayıp yepyeni bir dil arayışında buluşturmuş gibi…

Bunlar benim hissettiklerimdi. Sonrasında pek çok makale, tez okudum hakkında. Onlara geçmeden önce kendisiyle tanışma hikayemizi anımsamalıyım. 7 yıl kadar önce Bavul dergisinde çalışırken kendisinden yazı almak için e-posta atmıştım. Gençliğimde kendisini çok sevdiğimi de anlatan, biraz rica minnet içeren, yarı profesyonel bir iletiydi. Yazmayı kabul etti ve başladı. Sonrasında panel ve söyleşilerde denk gelmeye, hatta ikili konuşmacı olmaya başladık. Bir süre sonra her yere beraber gider olduk. Kimi zaman sadece soru soruyordum ona, kimi zaman da bir şeyler anlatıyordum romana dair. Kendisini dinlemek büyük keyifti ve edebiyata dair düşüncelerim berraklaştı.

Bir kere halk edebiyatının külliyatına bu kadar hâkim olup (bilmediği türkü de yoktur bu arada), onları Roland Barthes’ten alıntılarla birleştirip karşı tarafa duru bir dille geçirebilmek kolay değil. Bu iki yaka ancak böyle bir araya getirilir. Şiir okumayan şairler, kitap okumayan yazarlar, kültürün yanından geçmeyen “kültür insanları” kalabalığında sözle susmak bu olsa gerek.

Derya Karaosmanoğlu, Şükrü Erbaş ile ilgili hazırladığı yüksek lisans tezinde şu ifadelere yer veriyor: “Erbaş’a göre şiirin okura uzaklığı (ya da okurun şiire uzaklığı), bir üst dil olması nedeniyle bir ölçüde anlaşılabilir ama şairin şiire uzaklığı, en kabul edilemez olandır. Bu durumda ortaya, çıksa çıksa arzuhalcilerin dava dilekçeleri gibi bir şey çıkar. Şair baştan beri şunu gözetmiştir; bir insan, hayatında kitabın, yazının hiç olmadığı bir insan, eğer Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Nasreddin Hoca’yı, masalları anlayıp dinliyorsa, onun şiirini de anlar, anlamalı diye düşünmektedir. Şair, şiirinin bunu sağlaması gerektiğini düşünür.”

Şükrü Erbaş, şiirinin Anadolu’daki eşsiz bir dil ırmağının batıyla birleşmiş bir kolu olduğunun farkında, yatağını asla reddetmeyen bir şair. “Ben şiirimin Necatigil’le, Ritsos’la, Yesenin’le, Cemal Süreya’yla, Seferis’le, Dıranas’la, Külebi’yle, Neruda’yla, Cansever’le –Turgut Uyar ve Nâzım’ı atladığım sanılmasın akrabalığının bilinmesini de isterdim,” diyecek kadar da bunun farkında.

Şükrü Erbaş, şiiri kendi deyimiyle, “iç gerçeğimizi ya da dış gerçekliği dönüştürmenin en büyük olanaklarından birisi” olarak görürken, işin ince işçilik tarafının farkındadır. Bir gün konuşurken, “dört dizelik bir şiirin üç dizesini yazdım sonuncusunu aylarca düşündüm” diyecek kadar emekçidir şiirde. Edebiyatçının hezeyan anlatıcısı değil, zanaatkâr olduğunu hissettirir.

Sıkça gerçekleşen buluşmalarımızda, esprili diliyle, “Ah, şu devrim belasına 40 senedir anlatıyoruz, yazıyoruz!” dediği şey, beslendiği toplumcu gerçekçilik damarıdır. Bugünün suskunluğuna inat, söylemiştir, yazmıştır, anlatmıştır. Yaşadığımız dünyanın gerçeğini, kendi merceğinde kırıp yansıtırken, özü de korumayı başarır şair. Nesrin Çalık’ın Erbaş’a dair tezinde dediği gibi, “İmge ve yalınlık Erbaş’ın şiirinde bütünleşir. Böylelikle öz anlatılırken şiirin geneli yansıtması gerektiğinin bilincinde olduğunu da hissettirir.”

Anlatacak çok şey var ama bu yazıyı da sayfaya sığdırmak gerek değil mi? Hem ben… “Uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık, bir sözcüğe sığdırdığın dünyayı seviyorum.”

Yazarın Diğer Yazıları
Çocuklar İçin Edebiyat, Çocuklar İçin Kitap

Çocuk edebiyatı, uzun yıllar “çocukları anlatan yetişkin kitapları” zannedildi ülkemizde. Grimm ve Andersen masalları çevirilerinin ötesine geçmeyen çocuk edebiyatı, Milli Eğitim’in devrimci döneminde yapılan atılımlarla çeşitlendi. Edebiyatın zevk almak, hayatı tanımak, başkalarının hayatlarına duyulan merak kısmı çocuklar tarafından keşfedildi. Ancak zamanla hem eğitimcilerde hem ailelerde kitap dediğin bilgi verir anlayışı öne çıktı ve kuru bir […]

Devamını Oku
Hatıralarla Atatürk

Cumhuriyet’imizin 100. yılı ve kasım ayındaki Atatürk’ü anma haftası vesilesiyle kimi anekdotlar eşliğinde Mustafa Kemal Atatürk’ün zorlu yaşamından ve devrimlerle sonuçlanan mücadelesinden pek çok parça dinledik. Ben de İstasyon okurları için okuduğum hatırat kitaplarından, daha önce pek de aktarılmayan, kıyıda köşede kaldığını düşündüğüm bazı anekdotları bir araya getirdim. Cumhuriyet; yıllar süren savaşlar, göçler, ölümler üzerine […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku