öykü, deneme, inceleme ve eleştiri yazarı.
Uzun bir aradan sonra iki kitapla birden
ortaya çıktın Hürriyet. Önce Vedat Günyol Deneme Ödülü’yle Söz Yazıları geldi,
birkaç ay sonra da Satış Çağı adlı öykü kitabın.
En son da Oktay Akbal Köşe Yazısı/Deneme
Ödülleri’nde gördük seni. Anlaşılan yoğun bir
yazma dönemi yaşıyorsun?
Beş yıl önce, yazmanın tek işim olduğu bir
yaşama geçtim. Bu senin saydıkların, henüz görünmeyen verimin çok az bir bölümü. Söz Yazıları,
dergilerdeki denemelerimin sayıca dörtte biri, Satış
Çağı (kitaba adını veren uzunca öykü dışında),
dergilerdeki öykülerimin yarısıdır. Eleştiriler, incelemeler, kent yazıları, dil yazıları, okuma günceleri… Bakalım kalan yaşam sürem yazdıklarımın ne
kadarını kitaplaştırmaya, henüz yazmadıklarımın
hangilerini yazmaya yetecek?
n Öykücülüğümüzün bugün toplumsal yaşamı yansıtışını nasıl buluyorsun?
Bulamıyorum ki!.. Öykünün, romanın toplumsal
yaşamı da anlatan bir yazın dili olduğu iyiden iyiye
unutturuldu.
n Kim ya da kimler unutturdu?
Bir Tersine Yürüyüş/12 Eylül Öyküleri’nin önsözünde saptadığım yıkıcılıklar hep doğrulanıyor.
Günümüz yazarına, yaşamda gördüklerini, güncel-toplumsal sorunları yazınsallaştırarak anlatma
becerisi unutturuldu. Şimdi varsa yoksa eski tarihsel olayların eğlencelik yazılışları, erdem çürütücü postmodern yapıtlar, bir de yapıtın sonunda
“herkes kötü ben iyiyim” noktasına varan bunalım
yazını… Bugün yaşadığımız sorunları, çatışmaları,
çelişkileri öykümüzde romanımızda göremiyoruz.
Yıllardır Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde öykü
atölyesi yapıyorum. Gençlerin çoğu Yusuf Atılgan’ı
biliyorlar, Tezer Özlü’yü, Tanpınar’ı biliyorlar ama
Orhan Kemal, Aziz Nesin, Melih Cevdet, Necati
Cumalı okumamış oluyorlar. Memduh Şevket
Esendal’ı benden duyuyorlar. Sabahattin Ali’den
yalnızca Kürk Mantolu Madonna’yı okumuş oluyorlar ama öbür kitaplarını duymamış oluyorlar. Onu
ölüme götüren yazılarından haberleri bile yok. Oysa
okumuş olsalar öldürümün gerçek adresi o yazılardan anlaşılıyor, çünkü neyle uğraştığı o yazılardan
görülebiliyor. Maksim Gorki’yi okuyan yok, çünkü
duymuyorlar, duyurulmuyor. Amerika’nın Orhan
Kemal’i olan Erskine Caldwell’i de duymuyorlar, o
da unutturulmak istenenler arasında. Anna Seghers, Şolohov, Dimitir Dimov’un Tütün’ü, Aytmatov, unutturulanlardan. Bu unutturma ortamında
ben toplumsal olanı, emekten yana özgürlükçü,
uygarlıkçı bakışı unutmamaya, unutturmamaya
çalışmakta direniyorum yazdıklarımla. Çünkü
doğru diye öğrendiklerim gözden düşürülüp onların
yerine konulanlar, doğru diye öğrendiklerimin doğruluğunu silemediler.
“İstanbul’un Türküsünü Yakmalı” adlı öykünde daha düne değin İstanbul’un göbeğinde
bile bulunabilen kent doğasının yok edilişi var.
Nedir bu yaygın saldırının nedeni?
Göç. Ege’nin, Akdeniz’in dinlence beldeleri,
İstanbul’u bu göç salgınının yok edişine bırakıp kaçmış kentlilerle dolu. Köylü göçü İstanbul’u tutsak
almış durumda. Yalnız İstanbul’u değil. Tüm büyük
kentlerimiz bu göçle sağlıksız biçimde şişiyor. 16
milyon olmuş kentte İstanbul kökenli, yani duygu
olarak kentle bütünleşik yüz bin kişi kalmış mıdır,
bilemem.
Peki, öykücülüğümüzün bugünkü durumunu ve geleceğini nasıl görüyorsun?
Güzel öykü beni tek başına doyurmuyor. Neyi
konu edinip konusuna hangi açıdan baktığı ve
içindeki önermeleri de önemli. Yoksa… İncir çekirdeğini doldurmayacak konulardan, bugün acılarını
çektiğimiz konulara geçmeyi göze alamadan ya da
geçse bile, sömürü düzenini dayatanların karşısında
konumlanmayı göze almadan yazılmış güzel öyküler bana oyalanma ve oyalama olarak görünüyor.
Bu oyalanma ve oyalamanın dışında kalabilmeyi bir
yazar sorumluluğu sayıyorum. Konularımı ve konularıma yaklaşımımı buna göre belirlemeye çalışıyorum. Güzel söyleme zorunluluğumu unutmadan.
Ortamı değiştirmekten mi söz ediyorsun?
Öykücüye, romancıya eleştiri yazmayı da mı
öneriyorsun yani?
Sanatçıların çoğu, sanat alanlarının sorunlarıyla
da ilgilenmişlerdir. “Ben enstrümanımı çalarım,
gerisi beni ilgilendirmez” anlayışının uyuşukluğunu seçerseniz, çaldığınız enstrümanın sesinin
hiç duyulmayacağı ya da enstrümanınızı çalacak
yer bulamayacağınız bir ortama, nasıl olduğunu
anlamadan sürüklenebilirsiniz, toplumunuzun
da sürüklenmesinin sorumluluğu omuzlarınızda
olarak.
Yazarın başkalarının yazdıklarıyla ilgilenmesi yeter mi?
Yetmez kuşkusuz. Ama öğretim düzenimizdeki
test yöntemi gençliğin kendi doğrusunu bulma yetisinin canına okudu. Düşünmesi sınırlanmış birey,
doğru yanıt şıkların arasında değilse, orada görünmeyen doğrunun varlığı için ‘hiçbiri’ şıkkını görmeyi
de gereksiniyor. Sınavlar artık, “Ben bunların hepsinin dışında, şöyle bir doğru düşünüyorum.” yanıtına
kapalı olarak yapılıyor. Yaratıcılığımızın yok edicisi
olan bu kısıtlılık, yaşamı da buluşlara kapatıyor,
yoksullaştırıyor. “Hayat eve sığmaz”da direnmeli.
“Sosyal mesafe”leri aşarak yok edip dostlar, arkadaşlar, yoldaşlar, kafelerde, kahvelerde, meyhanelerde sokaklarda buluşmakta direnmeli. “Evden”
değil, işyerlerinde çalışarak toplumun, iş arkadaşlarının içinde olmakta diretmeli. Bu buluşmalardan,
toplumsallaşmalardan, büyük sermayenin reklamlarını beklemeyen dergiler yaratmakta, bu dergileri
dağıtmanın, okura ulaştırmanın, dayatılan şıkların
dışında bırakılmış yollarını bulmakta direnmeli.
Yaşamı, sömürüsüz, barışçıl yaşam savaşı olarak
yaşamakta direnmeli. Dirimdir bu. Ölüme karşıdır.
Kaynağı, Türkçenin ‘dir’ köküdür. Yaşamdır, canlılıktır. Tersi uyuşmaktır, köleliktir, insan olmaktan
çıkmaktır, yok olmaktır.
Senin edebiyat dünyamızdaki cesur yanını hep takdir ederim. İlk şiir kitabın “Ay Işığı Karanlığı Yırtarken”i henüz 20 yaşındayken yayımladın. Gazetecilik yaptın, öğretim üyeliği yaptın… Yani hep yazının içinde oldun. Kitaplarına kitaplar ekledin ve hiç geri çekilmedin. Buradan başlayalım istersen… Öncelikle “geri çekilme” faslından başlayalım. Edebiyatta bu yıl 40. yılım. Bakmayın gencim diye ortalıkta dolaştığıma! Şiir […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku