Ayşen ŞAHİN
Tüm Yazıları
Koşaradım
Ana Sayfa Tüm Yazılar Koşaradım

Vasatın tasallutuna kapılınca yaşamak işi üzerine düşünmemeye başlıyor insan.

Vasatın tasallutuna kapılınca yaşamak işi üzerine düşünmemeye başlıyor insan. Önceleri hayat, bu düşünmeme işini ödüllendirircesine akıyor, her gün aynı, sıradan. Sonra insandan önce, hayat sıkılıyor kendinden, öyle bir dert yığmaya başlıyor ki insan diyor keşke o kovmasaydı da ben istifa etseydim vasatın tasallutundan.

Böyle oldu. Her sabah 07.30’da kartımı basarak girdiğim, 07.34’te bilgisayarın düğmesine bastığım, 07.42’de kahvemi alıp ben kahve alırken açılmış olan bilgisayarın başına oturduğum, yemek fişim bitene kadar aynı üç lokantada, fiş bittikten sonra aynı 3 büfede dönüşümlü öğlen yemeği yediğim ve 18.40 ile 20.00 arası kart basarak terk ettiğim işyerim tarafından terk edildim. İşsiz kalmanın maddi sıkıntısı kadar bir de rutin bozulması derdi var. Rutinim gitti. Rutinimle birlikte Metin’im de gitmeyeydi iyiydi. 7 senenin ardından Metin de kapıyı çekip gitti evimizden. Aramızdaki esas bağ, maaş bordrom değildi diye ummak istiyorum. Metinli ve mesaili bu yedi sene ömrümün en güzel yaşları ile Dante gibiliğini de kapsayan dönemine denk geldi. İki rutinim birden gidince ev sahibinin de rutinden çıkmaya kalkması sürpriz olmadı. En az ona bozuldum, siz evden atmıyorsunuz mösyö, ben gidiyorum; gider deliği hep tıkalı, her lodos koku basan, duvardan tavana ölçüsü iki köşesi arasında beş santim oynadığından simetri hastalarını acillik eden bu marleyli, vizyonsuz konutunuzdan. Kiranın altında kalacağıma, hayatımın altı üstünden iyi mi ona bakacağım.

Adressiz kolilerin bu kadar hüzünlü olduğunu bilmezdim. Cart cart bant kesip yapıştırırken nerede ve nasıl açacağımı tahmin edemediğim koliler yapıyordum. Necla geldi ziyarete, üç harfli marketlerin indiriminden kaptığı iki litrelik termosa kahve doldurmuş. Liseden beri arkadaşım. Okul arkadaşları, en rezil ergenlik hezeyanlarımızı bildiğinden, karşılarında güçlü olmaya en az çalıştığımız dostlarımız oluyor. Necla’nın “Peki şimdi ne yapıyoruz?” sorusunda fiilin çekim ekinin çoğul olmasından duygulanıp, yanıt hakkında hiçbir fikrim olmamasından burulup, eski dostumun samimiyetine sığınıp başladım böğürerek ağlamaya. Ellerimle beslediğim kuzumu gözümün önünde kesmişler gibi dizlerimi döve döve, gözyaşlarımla Metin’i boğar gibi, tüm haklarımı aldım dilekçesindeki imzamı ıslaklıkla siler gibi ağladım.

“Bir süre kafanı dinlemen lazım.” dedi Necla. Kafam, kalkmamacasına yatmak istiyordu.

Düğününde tam altın takmışım ona, hiç ellemeden düğünümde bana geri takmak üzere koymuşkenara. Onu almış gelmiş. 7 sene sonunda terk edildiğime göre olası bir düğün yok yakın zamanda. Evlenmeyerek yatırım yapan ve bu yatırımdan kazanan tek insan oluyorum böylece.

Bana bir yer ayırtmış ufak bir sahil kasabasında, orada mutlaka birkaç güç geçirmeliymişim. Ben hiç yalnız tatil yapmadım. Kendimle baş başa kalmak istediğimden emin değilim ancak bundan sonra bol bol kendimle yaşayacak gibiyim.

Bir tam altına sığınıyorum, kolileri annemlere bırakma opsiyonunu iptal ediyorum. Annemin paniğini yatıştırabilecek gücüm yok, kendi paniğim benden taşıyor. Neclaların apartman bahçesindeki odunluğa koyuyoruz. Eski binaların bazıları insanı kapsıyor, bazıları kusuyor işte.

Çıkıyorum otobüslerin en ucuzu ile daha önce hiç ayak basmadığım sahil kasabasına. İnisiyatif almadan bana çizilen kaderde rol almakta bir dünya markasıyım, Oscar’a oynuyorum.

Necla’nın kasaba dediği köy çıkıyor. Olsun, hayatım da öyle pek yere göğe sığmaz genişlikte değildi zaten. Elimdeki adresi kolayca buluyorum. “Ötekiler Oteli” cam tabelaya fırça ile yazılmış. Altında italik “Erbaşa” notu var

Askeriyenin olduğu il ve ilçelerde bazı tesisler “er ve erbaşlara serbesttir.” Bu cümledeki gizli önerme: “Siz kadınlara pek uygun değildir.” Hay Necla’nın yapacağı işe. Gerçi kendi yaptığım hangi işten hayır geldi ki?

Merdivenlerden sakallı, kasketli, yandan cepli şortu olan, kolları kıvrık pembe keten gömlek giymiş bir adam inip kocaman bir hoş geldin çekiyor bana. Köylük yerde bu tarz, bir alkışı hak ediyor. Ben de burada kalmayı hak ediyorum herhalde ki hoş geldinlendim.

“Necla aradı, kısa bir özet geçti. Hiçbir şey anlatmak zorunda değilsin, umarım burada kendin sorularına cevap, eldeki cevaplara uygun sorular edinirsin.” Yıkıklığım benden önce ulaşmış. Göz göze gelmemek için gözlerimi serbest gezdiriyorum. Duvarlarda karakalem düzgün bir yazı ile yazılar var, duvar kâğıdı sanmıştım, el emeği çıkıyor. Arkadaki kapı yeşilliklere açılıyor, bir hamak gözüme çarpıyor, bir de kapı yanından yukarı dönen geniş merdivenler boyu döne döne uzanan sonsuz görünümlü kütüphane. Er ve erbaşlar okusun diye herhalde. “Bahçede soluklan kahve kapıp geliyorum.” diyor.

Bahçe soluk borumdan içeri doluyor, hanımelleri, begonviller, sardunyalar. Yere atılmış renkli minderler, elde yapıldığı belli makrome bir hamak. Keşke duvar dibinde kendiliğinden biten nanelerden olaydım, zahmetsiz ve leziz.

Kahvemi çekinerek içerken anlatıyor: “Bir zamanlar dolabının yarısı aynı renk ve kesimde takım elbiselerle dolu, titri titreten bir müdürdüm. Şimdilerde umrumda olmayan bir sektörde kendini başrol sanan bir figürandım.

İnsanların işi ve işsizliği arasındaki tek imzaydım, kârlılık ile iflas arasındaki çizgiydim. Zat-ı muhteremdim. Ülkede o büyük halk isyanının çıktığı günlerdi, alevli gözlerin altında oluşan morluklardan kimlerin uyumadan işe geldiğini, kimlerin geceleri ağaç altında geçirdiğini anlıyor, anlamaza yatıyordum. Onları anlamam onlara katılmam anlamına gelmiyordu. Bilmezlikten gelerek nizamı korumaya çalışıyordum. Beş senedir beraber çalıştığım, işine güvendiğim çocuklardan biri odama girdi bir gün. ‘Beni alacaklar sanırım, bazı olaylar oldu.’ dedi. Herkes davranışlarının sorumluluğunu alır gibi kendimi tereyağından çeken cümleler kurdum.Takım elbise konuşuyordu sanki, içinde ben yoktum. O öğleden sonra geldiler onu almaya. Televizyonda görürdüm, slogan atar insanlar ellerine kelepçe takıldığında eğer haklı olduklarına inanıyorlarsa.

Öyle yapmadı. Bağırarak bir şiir okudu 275 kişilik açık ofise. Öyle bir okudu ki kollarını bırakıp bekledi polisler şiiri bitirmesini. Sonra açtılar kelepçesini, kollarına girip öyle indirdiler. Ben de üç saat kıpırdamadan oturdum, tüm şehri kuşbakışı gören odamın penceresinden bakarak ve görmeyerek. İyi kazanıyordum, işi kabulümde yatan transfer ücretim bankada değerleniyordu, maaşımın hanesi uzun, primlerim cabası, kâr payım, huzur hakkım… Bir şeyi fiyatına bakarak aldığımı hatırlamıyordum nicedir. 24 metre bir tekne ile dünyayı gezesim vardı, sosyal güvenlik kurumuna bırakmadan erken bir emeklilik planlıyordum kendime. Senaryom buydu.

Yapmayacağımı biliyordum, açık denizde teknede tek kalacak kadar cesur değildim ben. Satılmışlığıma kılıf bir hikâye yazmıştım, sahte bir hayal kurmuştum, takım elbiseliler masalarında iyi satıyordu. Ömrümde ilk kez o an kendimden çok utandım.

Başarı sandığım her şey bir utançtı. Çıktım o utançtan, planlı ve hızlı bir şekilde. Yalandan tekne hayalinin yerini buranın gerçekliği aldı. Ötekiler Oteli’nde para geçmez, oda ücreti yoktur. Burası herkes kendini bulsun ve yaşam tahayyülünü yeniden kursun diye inşa edildi. Yeniden başlamak için önce nereden başlamak istediğini bulmalısın. Dilediğin kadar kalabilirsin ama sonsuza kadar değil, senden daha elzem durumda biri yerini alana kadar. Genelde üç beşi ayı geçmez konaklamalar. Biri ekolojik tarıma başladı, ziraat öğrencileri ile ata tohum çoğaltıyor, susuz tarım deniyor, malum kıtlık yakın, biri vakıf kurdu müzisyen yetiştiriyor, birileri yazar oldu bazıları şair oldu, birileri de parti kurdu, kitleselleşiyor, şaka değil. Otelimizin ücreti, yolcu yolunu bulduğunda, geriye dönük, vefaya ve güce oranla değişken olarak ödenir, yenilere yer açılsın diye. Birinci katta Ömür Hanım odası senin, rahatına bak, yeniden hoş geldin.”

Böyle durumlarda en yanlış soruyu sormakta üzerime yoktur. “Er ve Erbaşlar nerede kalıyor?” dedim. “Kapıda yazıyor ya?” Koca bir kahkaha attı, benim daha iki gün önce dövdüğüm gibi dizlerini döve döve güldü. Erbaş şairdir, dedi. “Buranın tohumu olan, o kelepçe söktüren şiirin şairine ithafen. Şiir girişteki duvarda yazıyor. Bence bir oku.”

“…
Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz insan kardeşlerim -Ki bu en büyük kötülüktür sizeYıkanmıyor bir kez olsun yüreğiniz yağmurlarla Denizler boşuna devinip duruyor bir çarşaf gibi Gerip ufkunuza mavisini, çiçekler her bahar Uyanışın türküsünü söylüyor da görmüyorsunuz. Sizin adınıza dünyanın pek çok yerinde İnsanlar dövüşüyor ellerinde yürekleri birer ülke Anlamıyorsunuz inançlarını bir kez düşünmüyorsunuz. Ömrünüzü güzelleştirecek bir şey almadan hayattan Bir şeyler bırakmadan ardınızda gelecek adına Koşaradım tükeniyorsunuz insan kardeşlerim Koşaradım Duymadan bir gün olsun dünyayı iliklerinizde..”

Vasatın tasallutu benim için böylelikle son buldu.

Yeni yolum çok güzel; insanlarla, iyilikle, güzellikle dolu. Koşuyorum hevesle yeni yolda, üretiyorum koşaradım. Odayı boşaltmam yakın.

Yazarın Diğer Yazıları
Sabırla koruk…

Biz çalışkan kadınlardık: ben ve ahretliğim. 7 yaşımızdan beri ‘ahretliğim’ deriz birbirimize, eskiden, biz çocukken bu lakap komikti, dostluğun 40’ıncı senesi itibarıyla artık gerçekçi oldu. Erken yaşlarda başladık çalışmaya, emekçiliğimizin ilk yılarından beri bir ev almaya niyetliyiz Seneler geçtikçe niyet hayal oldu. Çok uzun zamandır çalışıyorduk ama ahretliğimin çocuk okulda düştüğünde müdürü “Çocuk düşe kalka […]

Devamını Oku
Kutlama mı? Anma mı?

Bir zamanlar okullarda siyah önlük giyilir, kolalı beyaz yaka takılır ve 29 Ekim’lerde Cumhuriyet’i anlatmakta yetersiz kalan şiirler okulun sahnesinde, kürsüsünde bağıra bağıra okunurdu. Çünkü Cumhuriyet, bayrağın rengine övgüden, savaşa methiyelerden çok daha büyük, çok daha kapsayıcı, çok daha hayatımızın içindeydi, etrafımızdaki her şeydi,oksijendi, suydu, nefesti. 1923’te tohumdu, ailelerimize geçtiğinde fidandı, biz ağaç yapacaktık, bizim […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku