Bir şarkıyla insan ne kadar geçmişe gidebiliyorsa o kadar gittim bu sabah.
Genç heyecanların avuçlarımızdan kaçıp özgürleştiği yıllara. “Sen miydin o? Yalnızlığım mıydı yoksa?” diyordu karışık çaldığım şarkı listemin ortalarında bir ses. Ve ekliyordu “kör karanlıkta açardık, paslı gözlerimizi..” İnsan yalnızlığı ile nasıl sohbet eder? Yalnızlığından nasıl cevaplar bekler? “Sevgi Duvarı” bana hep şarkıdan çok bir muhabbet gibi gelir. Yalnızlıkla iki kadeh tokuşturmayı başarmış bir dimağın hayal gücüne yolculuk gibidir.
Birkaç kez başa sardım şarkıyı. Şiirin sahibi başka bir diyara, bestenin sahibi unutulmaz anılara savurup durdu her tekrarda. Saate baktığımda gün ortasına gelmişti. Bir sabah kahvesi ve güne başlangıç ritüeli bu kadar uzamamalıydı diyerek, biraz da kendime küçük bir fırçayla hazırlanmak için ayaklandığımda şarkının bir daha çalmaya başladığını duydum. Arkamı dönmeden bir tebessümle “Sen miydin o?” dedim. Gelen “Yalnızlığın değil, benim.” cevabıyla arkamı döndüğümde ilham perimin güzel gülümsemesiyle karşılaştım. “Hoş geldin ve geç geldin Peri! Benim çıkmam lazım.” diyerek yürümeye devam ettim. Tam salondan çıkmak üzereydim merak uyandıran ve yüksek bir sesle “Peki madem. Şansın yokmuş.” dedi. Sesindeki muzipliğe bunca zaman hiç karşı koyamadım ama yelkenleri de suya indirmeden “Neden ki?” diyebildim sadece. Perim “Vaktin yoksa bilemeyeceksin. Boş ver sen geç kalıyordun zaten. Ben de giderim şimdi.” diyerek ayaklandı. Böyle davranmayı seviyor olsa da uzatamayacak kadar heyecanlıdır. Bu kadar zaman içinde ben de perimi çözmüştüm. Ne kadar merak etsem de onun istediği gibi oynamayacaktım bu oyunu “İyi o zaman görüşürüz.” diyerek bir adım daha attım. Bir yandan da ya ‘görüşürüz’ deyip giderse diye içimden geçirmedim dersem yalan olur. Neyse ki benim ilham perim bana çok benziyor. Arkamdan “Hey! Üzülürsün diyorum neden sormuyorsun?” diyerek hızlı adımlarla bana doğru yürürken arkamı döndüm ve aniden “Nereye gideceğiz Peri?” diye sordum. O an kendi haline gülümsedi, biraz kızardı ve sakin bir sesle “Gidince görürsün” diyerek elini uzattı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ve elinden tuttum…
Birkaç kez başa sardım şarkıyı. Şiirin sahibi başka bir diyara, bestenin sahibi unutulmaz anılara savurup durdu her tekrarda. Saate baktığımda gün ortasına gelmişti. Bir sabah kahvesi ve güne başlangıç ritüeli bu kadar uzamamalıydı diyerek, biraz da kendime küçük bir fırçayla hazırlanmak için ayaklandığımda şarkının bir daha çalmaya başladığını duydum. Arkamı dönmeden bir tebessümle “Sen miydin o?” dedim. Gelen “Yalnızlığın değil, benim.” cevabıyla arkamı döndüğümde ilham perimin güzel gülümsemesiyle karşılaştım. “Hoş geldin ve geç geldin Peri! Benim çıkmam lazım.” diyerek yürümeye devam ettim. Tam salondan çıkmak üzereydim merak uyandıran ve yüksek bir sesle “Peki madem. Şansın yokmuş.” dedi. Sesindeki muzipliğe bunca zaman hiç karşı koyamadım ama yelkenleri de suya indirmeden “Neden ki?” diyebildim sadece. Perim “Vaktin yoksa bilemeyeceksin. Boş ver sen geç kalıyordun zaten. Ben de giderim şimdi.” diyerek ayaklandı. Böyle davranmayı seviyor olsa da uzatamayacak kadar heyecanlıdır. Bu kadar zaman içinde ben de perimi çözmüştüm. Ne kadar merak etsem de onun istediği gibi oynamayacaktım bu oyunu “İyi o zaman görüşürüz.” diyerek bir adım daha attım. Bir yandan da ya ‘görüşürüz’ deyip giderse diye içimden geçirmedim dersem yalan olur. Neyse ki benim ilham perim bana çok benziyor. Arkamdan “Hey! Üzülürsün diyorum neden sormuyorsun?” diyerek hızlı adımlarla bana doğru yürürken arkamı döndüm ve aniden “Nereye gideceğiz Peri?” diye sordum. O an kendi haline gülümsedi, biraz kızardı ve sakin bir sesle “Gidince görürsün” diyerek elini uzattı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ve elinden tuttum…
Gözlerimi açtığımda karanlık, rutubetli bir binanın merdivenlerinde buldum kendimi. Binanın üst katlarından aşağıya doğru sesler yankı olarak geliyordu. İlham perisine biraz da ürpererek “Neredeyiz Peri?” diye sordum. Peri istifini hiç bozmadan “Burası bir kazan dairesi. Burada bir yerde olmalı.” dedi ve etrafına bakınmaya başladı. Az sonra kazan dairesinin katına belli belirsiz bir ışık süzüldü. Merdivenlerin başında; dudak kıvrımlarından biraz daha geride ince bıyıklı, dalgalı saçları ve kömür karası gözleriyle tanıdık bir yüz belirdi, “Can! Can!” diye seslendi. Perimle aradığımız kapı açıldı ve Can kapıdan bir adım dışarı çıkarak “Çıkıyor musun?” diye sordu. Genç adam “Rahşan geldi. Biz çıkıyoruz.” diyerek elindeki anahtarı Can’a doğru attı. Can Yücel anahtarı yakaladı ve bir elini kaldırarak teşekkür etti. Ben nerede olduğumuzu, ne olup bittiğini anlamadım. Perime “Peri biz neredeyiz, burada ne oluyor?” diye sordum. O sırada Can kapısını çekti ve merdivenlerden çıkmaya başladı. Biz de peşinden… Üst katlara doğru çıktıkça öğrencilerin yoğunlukta kaldığı bir pansiyon yurtta olduğumuzu anlamam uzun sürmedi. Can elindeki anahtarla bir kapıyı açıp içeri girdi ve çalışma masasına oturdu. Oda Bülent Ecevit’e aitti. Camdan dışarı baktığımda çift katlı kırmızı otobüsler, parkın köşesindeki kırmızı telefon kulübesi şehrin bütün solukluğuna renk katmaya çalışan biçareler gibi duruyordu. Can Yücel, Londra’ya Latince öğrenimini tamamlamak için gelmişti. Çocukluk arkadaşı Bülent Ecevit ise Basın Ataşeliğinde katip olarak çalışıyordu. Can’ı kitaplara bakarken gördüm. Perim “Arkadaşı derslerine çalışabilsin diye anahtarını verdi. Çünkü kendi kaldığı yer bir hücre gibi.” dedi. Kazan dairesinde gördüğümüz adam ile kitaplar arasında gördüğümüz aynı değildi. Can’dan gözlerimi ayırmadan perimin koluna girdim. “ O hayatı boyunca hiç sevmediği bir şeye kendini mahkum etmedi Peri. Bu şehrin soğukluğundan kaçacak çok geçmeden. O kendisine dokunmayan hiçbir yerde uzun kalmayacak.” dedim ve perimin elinden tuttum…
İnsanların tek bir ağızdan marşlarla birlik olduğu kalabalık bir gecede açtım gözlerimi. Biraz etrafıma baktığımda yerin çok da yabancı gelmediğini anlamam uzun sürmedi. Ben etrafıma bakıp bu tanıdık gelen yeri hafızalarımda ararken, perim omuzuma birkaç kez sertçe dokundu ve heyecanla işaret parmağını uzatıp “Bak!” diye dikkatimi bir yöne çevirdi. Gösterdiği yere baktığımda daha tanıdık yüzler gördüm. Biraz daha baktığımda o an kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Kendime dikkat kesilmiştim. Gençliğime, heyecanıma ve o an ki mutluluğuma.. Bu ortam bana hiç yabancı gelmemişti zaten ama kendimi gördüğüm andan itibaren gecenin her detayı an be an gözümün önünden geçmeye başladı. İnsan hakları için düzenlenen bir etkinlik için akın etmişti insanlar. Türküler, marşlar, şiirler, sohbetler dolu dolu bir gecenin içine, anılarımın içine gelmiştik perimle. Perim benim heyecanımı ve mutluluğumu görünce küçük bir çocuk gibi oldu. Gözlerimin içine içine bakıp çok şey söylemek istiyormuş da söylemeden anlamamı bekliyormuş gibiydi. Perime doğru eğilerek “Şimdi o gelecek.” dedim. Perim ne için geldiğimizi hatırlayıp sahneye doğru çevirdi yüzünü. Az sonra ön taraflardan bir sevinç çığlığı dalga dalga bütün etkinlik alanını sardı. Yavaş adımları, hafif düşük omuzları, keskin bakışları ile Can Yücel göründü. O an herkes aynı anda ayağa kalkıp ellerini parçalarcasına alkışlamaya başladı. Can Yücel; eliyle insanlara oturmalarını işaret ederek mikrofona eğildi harfleri yoğuran etkileyici tok sesiyle “Oturun. Ayağa kalkmanıza gerek yok. Siz hep ayaktasınız.” diyerek yorgun bedeni ama ateşli ruhuyla tekrar bizi selamladı. O fırtınalı bir mücadele, çetin bir kavganın içinden çıkmıştı ve aynı ateşi taşıyanlara ayakta olduklarının mesajını verdi. Can Yücel sahneden inerken ilham perisi “Artık dönelim mi?” diye sordu. “Dönelim Peri” diyerek perimin elinden tuttum…
Salon ve antremin tam eşiğinde duruyordum. Perim beni bırakıp gitmişti. Saate baktım. Yolculuğumuz bir göz kırpması, bir derin nefes arası kadar sürmüştü. Mutfağa girip bir bardak su aldım ve tekrar balkona geçtim. Bu sefer “Başka türlü bir şey benim istediğim / Ne ağaca benzer ne buluta” diyordu şarkım. Hep başka türlüsünün peşinden, hep iyinin, güzelliğin, aydınlığın peşinden gidendi Can Yücel. Şiiri özgür, hırçın bir deniz kuşu gibi. Ne denizde ne karada ikisi arasında hep havada bir çılgın serüvendi. Söylenmesi gerekeni, yazılması gerekeni dolanmadan yazan, konuşan ne görüyorsan o kadar olan arkasında hiç “acaba” bırakmayan nadir bir sanat insanıydı. Hem özenilesi, hem çekinilesi bir yaşamın, sanatıyla mahkûmiyet duvarlarına hapsolmuş, fikirleriyle o duvarlara sevgiyi yazmış bir güzel insandı. Hep merak uyandıran, gizemli tavrında büyütmediği çocukluğu, dindiremediği hasretleri saklıydı. Esprili, bazen hoyrat, sözünü hiç bağlamayan, sözünü özgür bırakan bir cesur yürekti. Mutluluk getirdiği Ağustos’u hüzünle kavuşturan bir Can’dı.. Ağustosa bir Can Baba şiiri bırakmak istiyorum “Diyelim yağmura tutuldun bir gün/Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek/Öbür yanda güneş kendi keyfinde/Ne de olsa yaz yağmuru/Pırıl pırıl düşüyor damlalar…” Hem merhaba, hem hoşça kal Can Baba…
Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]
Devamını OkuYağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku