6 Ağustos sabahı saat 8’i geçmişti ki, Hiroşima Merkez Radyosu’nda o sabah görevli spiker Bay Masanobu Furuta “Acil uyarı” mesajını aldı.
6 Ağustos sabahı saat 8’i geçmişti ki, Hiroşima Merkez Radyosu’nda o sabah görevli spiker Bay Masanobu Furuta “Acil uyarı” mesajını aldı. Canlı yayına bağlanmak üzereydi. Mesaja bir göz attı. “Saat 8:13. Ordu Bölge Komutanlığından bildirilmiştir: Üç büyük düşman uçağı yaklaşmakta olup…”
Mikrofonun düğmesine basıp yayına girdi. Cümleyi tamamlayamadı…
Dünyanın ilk atom bombası, Hiroşima kentinin 580 metre üstünde patladı. Havada oluşan, çapı 100 metrelik ateş topu, saniyenin on binde bir süresinde 300 bin santigrat ısıya ulaşıp çevreyi kavurdu. O anda yerdeki sıcaklık 6 bin dereceydi.
Günümüzün nükleer silahlarıyla karşılaştırıldığında “küçük” sayılacak bir bombaydı. Üç gün sonra da Nagazaki’ye… Sonra… Sonra hiçlik, sonra ölüm, sonra yokluk…
Sonra… Yeryüzü var oldukça hiç ama hiçbir insanın belleğinden silinmeyecek olan bir ad: Hiroşima. “Benim adım Hiroşima” olacaktı tüm unutmaların, tüm anımsamaların adı…
Hiroşima’yı ben önce kitaplarda gördüm: Nâzım Hikmet’in, Melih Cevdet Anday’ın, Ceyhun Atuf Kansu’nun, Dağlarca’nın şiirlerinde, Oktay Akbal’ın kitaplarında gördüm. Kız çocuklarının yakarışlarını, delikanlıların korkularını, anaların çığlıklarını, doğanın parçalanmasını, gümüş kanatlı dev kuşların ölüm saçışını, “Hiroşimalar Olmasın”ları onlardan öğrendim. Ichiro Hatano’nun “Savaşın Güncesi’nde, Edita Morris’in Hiroşima’nın Çiçekleri’nde ve Hiroşima’nın Tohumları’nda gördüm.
Hiroşima’yı ben filmlerde gördüm. Marguerite Duras’nın yazdığı, Alain Resnais’nin ölümsüzleştirdiği “Hiroşima Sevgilim” filminde gördüm Hiroşima’yı. İki tutkulu insanın, bir kadınla bir erkeğin, her şeyi unutmak için, her şeyi en ufak ayrıntısına dek bir bir hatırlamalarına tanık oldum… Kurosawa’nın “Ağustosta Rapsodi” filminin yaşlılarıyla birlikte izledim Nagazaki semalarındaki açılıp kapanan o korkunç gözü…
Hiroşima’yı Halepçe katliamında gördüm. 1988’deydi. Sınırdaydım. İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin’in Kürtlere karşı düzenlediği zehirli gaz saldırısında… Sekiz adet MiG-23 uçağı yağdırdığında ölüm yüklü bombaları… Beş bin ölü, yedi bin yaralı. Halepçe’den kaçanların bizim topraklarımızdaki çırpınışlarında gördüm Hiroşima’yı. Ondan sonra doğan çocuklar bir daha iyileşemedi. Sivil nüfusa karşı yapılmış en büyük kimyasal saldırıydı.
Hiroşima’yı Bağdat’ta gördüm. 2003’teydi. İşgalden, savaştan hemen önce. Bağdat Hastanesi’nde yatan çocuklar uranyum yüklüydü. Körfez Savaşı’nda ABD ve İngiltere, seyreltilmiş uranyum başlıklı füzeler kullanmıştı. Bağdat’taki anormal bebeklerde, kanserden ölecek olan çocuklarda, mucize bekleyen analarda gördüm Hiroşima’yı. “Ambargo döneminde, 500 bin çocuk öldü Irak’ta… Hiroşima’dan beter” açıklamalarında gördüm Hiroşima’yı.
Hiroşima dün müydü, yoksa yarınımız mı? Bilmiyorum.
Günün birinde Türk tiyatrosu üzerine bir konferans vermek üzere Tokyo’ya davet edildiğimde gittim Hiroşima’ya. Gitmemezlik edemeyeceğimden gittim Hiroşima’ya…
Bir buçuk milyon nüfuslu kent bir “Barış Parkı”na dönüşmüştü. Barış Parkı’nın mimarı, sadece Japonya’nın değil, dünyanın sayılı mimarlarından Kenzo Tange. Kenti baştan kurumuş. Yıkımı, cehennemi, o günü olduğu gibi koruyan tek yapı var. “Atom Bombası Kubbesi” diye biliniyor.
İki nehir arasında kalan Barış Parkı’ndayım. Müzede savaşa ve atom bombasına ilişkin tüm ayrıntıları, tüm tanıklıkları ve cehennemi yeniden yaşıyor insan. Ama parkta durum farklı. Orası ruhunuza sesleniyor. O parkta, Hiroşima, geçmişin gölgesinde kalmayıp, o geçmişe karşın, her anıtta, her köşede, her kaya, her ağaç, her yapıda, geleceğe yönelik bir uyarı var: Barış Tanrıçası heykeli, Barış Kulesi, Barış Çeşmesi, Barış Saati, Barış Çocukları, Barış Öğrencileri anıtları, Barış İşçileri… hepsi tanığımdır. Her an vurgulanan şuydu: Neden atom bombası atılmıştı?
Savaşı bir an önce bitirmek için; daha çok kan dökülmesini önlemek için, Sovyetlere gözdağı vermek için, vb… Hayır! Nedeni bu değildi. Nedeni şuydu: Bu nükleer silah bir kez yaratılmıştı, geliştirilmişti , öyleyse denenmesi gerekiyordu!
Hiroşima’da her yerde aynı çığlığı duydum: Son verin Atom Bombası deneylerinize!
Hiroşima’da nükleer silah saati: 6 Ağustos 1945’te saat 18:15’te durmuştu. Ama işleyen bir başka saat daha vardı: Hiroşima’da olduğum gün ABD’nin son nükleer denemesinden bu yana yalnızca 22 gün geçmişti.
Barış Parkı’nda “Çocukların Barış Anıtı’ndayım.” Çevrem minik Japon çocuklarla dolu. Bana Sadako Sasaki’yi anlatıyorlar.
Sadako Sasaki, bir kız çocuğun adı. Hiroşima’ya atom bombası atıldığında 2 yaşındaydı. Kent dışında bir köyde yaşıyordu. Ölmedi. Savaşın bitiminden on yıl sonra Sadako hastalandı. Hastaneye kaldırıldı. Radyasyon sonucu lösemi. Japonya’da bir inanca göre” kâğıttan bin adet turna kuşu yapmak, insana şans getirirdi.”
Sadako “origami” sanatının en popüler ürünü olan kuşlarını yapmaya başladı. İnanıyordu ki iyileşecekti. Ailesi ve hastane yetkilileri ona bin kuşu çoktan tamamladığını hiç söylemediler. O hep bin adet kuş yapmaya çalıştı. Sadako’nun küçük bedeni kâğıt kuşları yapmaya sekiz ay dayandı. Onun ölümünden sonra sınıf arkadaşları, Sadako’nun ruhunu özgür kılmak için kâğıt kuş yapmayı sürdürdü. Sonra bir okul daha, bir okul daha, bir okul daha, bir okul daha… Japonya’nın her köşesinden üç bin iki yüz okul, kâğıttan turna kuşları yolladı Hiroşima’ya, bir daha yeryüzünün hiçbir yerinde, hiçbir çocuk, atom bombasından, radyasyondan ölmesin diye.
“Çocukların Barış Anıtı” 1958’de açılmıştı. Yüksek bir kulenin tepesinde bronzdan bir kız çocuğu kollarını gökyüzüne açmış, ellerinin arasında altın bir turna kuşu tutuyor. Kulenin içinde dev bir çan. Çanın bir yanında “Kâğıttan Bin Turna Kuşu”, öte yanında “Dünyada Barış, Cennette Barış” yazılı. Kulenin çevresinde rengârenk kâğıttan binlerce, milyonlarca turna kuşu…
Sadako’yu ve kuşlarını ellerimle, gözyaşlarımla, soluğumla okşadım, kucakladım.
Çevremde ilkokul çocukları oyunlar oynuyor, o koca çanı çalıp duruyordu. “Bir daha asla” diye çalıyordu çan. “Bir daha asla” diye ötüyordu tüm kâğıt kuşlar…
Hiroşima’yı görmek demek dünyayı görmek ve yine umudunu yitirmemek demekti.
Hiroşima’dan ayrıldım. Ama içimdeki Hiroşima dün müydü yoksa yarınımız mı sorusu hiç bitmedi…
Yaşar Kemal’i en iyi tanımanın yolu, onun kitaplarını okumaktır. Bunu en yalın haliyle, en açık seçik şekilde söyledikten sonra, kırk yıl boyunca süren dostluğumuzdan damıttığım “Yaşar Kemal Büyüsü ve Bütünlüğü” üzerine birkaç anımı paylaşabilirim. 1.Yıl, 1974… İzmir doğumlu, “Ben Anadoluluyum” diyen, ünlü Amerikalı sinema yönetmeni Elia Kazan İstanbul’a geldi. “Amerika Amerika” adlı filmi Türkiye’de yasaklandığı […]
Devamını OkuArtık çok yoruldum; artık konferans, panel, açıkoturumlara paydos! Sivil toplum kuruluşlarında koşuşturmaya son! Bana mı kaldı, biraz da başkaları uğraşsın! Ne zaman böyle abuk sabuk sızlanmaya başlasam, gözümün önünde bir yüz belirir. O Türkan Saylan’ın yüzüdür. Karşısındakinin taa en içine, yüreğine bakan bir çift çakır göz! O bakış, insanı yargılamaz, sınamaz. O bakış, yalnızca, size […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku