Nebil ÖZGENTÜRK
Tüm Yazıları
“Yılmaz” bir yol öyküsü…
Ana Sayfa Tüm Yazılar “Yılmaz” bir yol öyküsü…

“Yılmaz” bir yol öyküsü…

Biz yazıya, sinemaya meraklı Adanalıların, gençlik yılları, liseli zamanları Yaşar-Orhan Kemal’in ardından Yılmaz Güney’i sevip saymakla geçer. Yazlık sinemalarımızda, bizim sinemalarımızda tanıdık önce Yılmaz Usta’yı. Ve dedim ya “merak eden”ler, izlemekle kalmaz, bir de bir “yol bulur” bir “tesadüf olur” ya sokak başlarından birinde ya film ve festival galalarından birinde ya da Adana’daki bir film setinde ve muhabbetlerden birinde Yılmaz Güney’le karşılaşır. Ben gala ve film setinde karşılaştım. Sahici buluşmaydı, kalabalığın ona hayranlığına hayran olmuştum! Bir başka yazıda anlatırım o anları. Bu İSTASYON’da, 9 EYLÜL ölümlü Yılmaz Güney’i, hem yeni kuşaklara anlatmayı hem de efsanesini hissedenlere hatırlatmayı seçtim! Kendimce, fikrimce, derlediğimce… Yaslanın…

Yılmaz Güney… Hiç yılmayan, yolundan dönmeyen bir sinema adamıydı Yılmaz Güney.

Kendi filmlerinin peşine düşen, kendi dünyasında bir okul kuran bizim sinemalarımızın adamı… Evet evet… Bizim sinemalarımızın en halktan, en sıra dışı, isyanını eksiltmeden halka yakın duran, arayan, araştıran… Ve ezber bozan…

Yaşamında da sinemasında da zulme, yoksulluğa ve haksızlığa karşı duran bir fikir sinemacısı… Bakmayın afişlerde ona çirkin kral dediklerine, o Adana’nın ve Yeşilçam’ın en güzel abilerinden biriydi. Öylesine serüven yüklü bir hayattı ki onunkisi… 1 Nisan 1937’te, ülkenin yoksulluk ve yoksunlukla boğuştuğu bir zamanda, 2. Savaş’ın hemen öncesinde dünyaya gelmişti. Yılmaz Pütün olarak doğmuştu. Pütün Ailesi de o dönemin şartlarından nasibini fazlasıyla alan, Urfa’dan Çukurova’ya göç eden yoksul bir aileydi.

Yılmaz için biçilmiş gelecek, ırgatlıkla, ağır işlerle örülüydü aslında ama onun hayalleri, arayışları bambaşkaydı. Henüz çocukken gönlünü sinemaya kaptırmıştı. Hem çok film izliyor, hem de bobin taşıyordu. Bir sinema salonundan bir diğer sinema salonuna, yazlık sinemadan bir başka yazlık sinemaya… Adana’nın bütün yazlık sinemaları onundu sanki…

Ama… Daha 17 yaşındayken yazdığı “Üç bilinmeyenli eşitsizlik sistemleri” isimli bir öykü onun başını belaya sokacaktı. Bu öyküde emeği sömürülen işçiden, tarlanın orta yerinde acı çeken köylüden söz edecek, sanayide sömüren patrona, kırsalda ise zulmeden ağaya tepkisini dile getirecekti. Yani böylece devlet düzenine karşı gelmekten hem hapis yatacak hem de sürgün yiyecekti.

18’inde geldiği İstanbul’da Beyoğlu’nda ve tabii ki Yeşilçam’da kendine bir çevre ve köşe arayacaktı. Adana sokaklarında bobin taşırken tanıştığı yapımcılarla buluşacaktı.

Yılmaz Güney sokak kanununu da bıçkınlığı da erken öğrenmişti Çukurova diyarında. Hayat işte, bir başka büyük Çukurovalı Yaşar Kemal’in tavsiyesiyle yine Çukurovalı Mersinli Atıf Yılmaz’a asistan oldu önce. Sonra başrol ve hep çirkin kral ve hep güzel adam… Ayhan Işık’lara, Göksel Arsoy’lara yani Yeşilçam’ın “erkek güzeli kralları”na inat, kendine Anadolu delikanlısı tiplerini uygun gördü, kısacası şairin dediği gibi filmleri karaydı…

Aslında, Yeşilçam’a ayak bastığı yıllarda sinemanın kurmayları Güney’i fark etmeyecek, büyük prodüksiyonlarda oynatmayacak, tavrını, çehresini, tipini dönemin jön profiline uygun bulmayacak, hatta “kömürcü çırağı”na benzetenler dahi olacaktı. Ama olsun varsın, o, filmlerinde Anadolu seyircisiyle yarenlik edecek, Anadolu’yu ardına alacak ve arka arkaya: Cesur olacak, Kara Şahin kesilecek, tabii ki Yedi Dağın Aslanı, Koçero, Kasımpaşalı Recep, Tilki Selim, Balatlı Arif, İnce Cumali, Seyit Han oluverecek ve bir rüzgâr gibi esip gürleyecekti sinemada. Ve onu kömürcü çırağına benzetenler tabii ki utanacaklardı.

Anadolu seyircisini öyle etkileyecekti ki; Güney’in başrolünde olduğu “Azrail Benim” filmi, uzak bir kent sinemasında oynarken ilginç bir olay yaşanacaktı…

Rol gereği filmin kötü adamının Güney’e pusu kurarak ateş açtığı sahneden etkilenen seyircilerden biri, belinde taşıdığı silahı çekecek ve perdeye, yani kötü adama doğru ateşlemeye başlayacaktı. Hem de şarjörü boşaltana dek… 1960’ların sonuna kadar Lütfü Akad’lı, Atıf Yılmaz’lı “Hudutların Kanunu”, “Kızılırmak Karakoyun”, “Balatlı Arif” ve “Kozanoğlu” gibi nitelikli filmlerde de oynar Yılmaz Güney, hatta “Seyit Han”ı yönetir.

Ancak rol aldığı pek çok film, kendisinin dahi ciddiye almadığı sadece ticari kaygılarla, yani kendisini “çirkin kral” yapan izleyiciye selam çakmak içindir. Çünkü seyirci, kötü olana savrulan yumrukları ya da açılan ateşleri sevecekti.

Güney de filmlerde bir yandan kabadayılığın, mahalle abilerinin kitabını yazacak, diğer yandan ezilen ruhlara tercüman olacaktı.

Öyle filmlerdi ki… Kan Gövdeyi Götürdü mesela… Bir başkasında, Kan Su Gibi Akacak’tı. Hem de son damlasına kadar… Ve Anası Yiğit Doğurmuş’tu Kerimo’yu…

Evet… Eşkıya Celladı’dır… Belanın Yedi Türlü’sünü bilir… At Avrat Silah’tır onun için… Ve kabadayı çifte tabancalıdır… Çifte yüreklidir… Ve Yılmaz Güney, Ölüm Saçmaktadır…

Bu filmler 10-15 günde çekilirken Yılmaz Güney bir setten diğerine koşmakta yani bir günde iki ya da üç film çekmekte, hayatla da kumar oynamaya devam etmektedir… Sabahlamalar, şenlikler, en sıkı kabadayı âlemleri ve şans kader kısmet dünyası az biraz…

Kendi yazıp yönettiği filmlere de çok erken başlar Güney… Kendi yetiştiği toprakların, Çukurova’nın, bereketli toprakların, soyadını taşıyacak kadar minnet duyduğu Güney bölgesinin, Çukurova’nın öykülerini de çokça yazıp yönetecektir. Bazen, sıradan filmlerin kahramanı olur, bazen de sıradan filmlerin kahramanlarına benzer bir hayat sürer. Kumar masalarına arkadaş da olur, hayat arkadaşlarına gözyaşı döktüren öfkeli adam da! Evet evet… Hayatının kadınlarından ve yine rol arkadaşı Nebahat Çehre’nin hayatını riske edecek sahneler yazmaktan hiç geri kalmaz. Ama bir dönem gelecek, sinemasında bir zaman yaratacak, kişisel yaşamında ve sinemasında toplumsal gerçekçi filmler yapmaya başlayacaktır. Ve hiç tavrını bozmadan, eksiltmeden, ömrünün sonu kadar…

Yılmaz Güney kendi özel sinemasını yaratır adeta, efsaneleşir. 70’lerde üretip Umut ettiği, biçare Baba’ları anlattığı, Zavallılar’a selam uzattığı en Arkadaş dönemlerde oluşmaya başlar sinemadaki efsanesi. 12 Mart’ın öncesinde de sonrasında da hapislerde yatar. 12 Mart faşist cuntası on binlerce gencin ocağına incir diktiği gibi Yılmaz Güney’i de hapse atacaktır. Devrimci gençlere yardım etmekten iki yıl boyunca hapiste kalacaktır. 74 affıyla serbest kaldığında önce Arkadaş’ı çekecek, ardından Endişe’ye hazırlanacaktır. Ve Endişe ortamında cinayet iddiasıyla gözaltına alınıp 1974’ün ortalarında bir kez daha hapse girecektir Yılmaz Güney

Hapisliğin her türünü yaşar, öğrenir kısacası. Yazdığı öyküler, çektiği filmler ve başına gelen olaylar onu cezaevlerine taşır. Hapishaneden hapishaneye taşınıp durur, bazen de izinli sayılır.

Mahpus damlarında senaryolarını yazdığı ve Zeki Ökten, Şerif Gören, Bilge Olgaç’ın yönettiği filmler olağanüstü yankılar alır. Sürü, Bir Gün Mutlaka, Düşman ve Yol …

Sinema zamanları boyunca dayanışma adamı olarak da tanınacaktır Yılmaz Güney. Mesela hapishane yıllarında yaşanan, Tarık Akan’ı ona, onu Tarık Akan’a kazandıran bir dostluk öyküsü…

Türkiye’nin giderek daha politikleştiği, siyasi ayrımların sertleştiği, sendikaların öne çıktığı 1978 Türkiye’sinde, Yavuz Özkan, senaryosunu yazdığı Maden filmini çekmeye soyunur. Bu Tarık Akan’ın da arzuladığı bir senaryodur.

Ama Yeşilçam’a hâkim olan yapım şirketlerinin ambargosu nasıl atlatılacaktır?

Zekice bir çözüm bulunur. Ambargosuz Cüneyt Arkın kadroya, hem de başrole alınacak ve afişte adı öne yazılacaktır. Ki öyle de olur.

Hem sansürün her türlüsünü yiyen hem de çekim
sırasında pek çok badire atlatan Maden, deyim yerindeyse yer üstüne çıkmış, muhteşem bir ticari başarı
elde ettiği gibi, ödüle de boğulmuştur.

Kaç zamandır sinemada gelgitler yaşayan, yıldızını aramaya koyulan Akan için de yeni bir soluk, yeni bir yol olmuştur. Ve o yol, çok yakınındadır. Kolunun altında Maden’in bobinleri Sansür Kurulu’na yetişmek üzere Ankara’ya doğru yola çıkar Tarık Akan. Ve İzmit’te durur. Çünkü İzmit Cezaevi’nde Yılmaz Güney yatmaktadır ve Tarık Akan’ın gönlünde de filmi Güney’e izlettirmek vardır

Cezaevi kapısından girmek üzereyken aklına yıllar önceki bir Yılmaz Güney buluşması düşer Tarık’ın. Öyle ya, 1971’de Yeşilçam’da kapak yıldızı olduğu dönemde, çekim için Bakırköy’e gelen Yılmaz Güney’le karşılaşmış, ancak hiç de yüz bulmamıştır. Tanışmak için odasına girdiği Güney’den “Şu anda çok meşgulüm, rahatsız etme” yanıtını almıştır. İşte o kırık hatırayla bir kez daha Yılmaz Güney’in karşısında ama bu kez koğuş odasındadır. Muhabbet, sıcacık bir karşılama ve ilginçtir; derme çatma kurulan, çarşaftan bozma bir sinema perdesi ve makinesinde Maden’i izleme. Hem de İzmit Cezaevi’nde! Yılmaz Güney, Tarık Akan’ı yol arkadaşı ve genç dostu sayacaktır artık. Aralarında, bir ağabey kardeş ilişkisi başlamıştır. Ve o buluşma, bir yıl sonra çekilecek bir filmle ürününü verecektir. Ve o film ki, sinemanın klasikleri arasında yer alacaktır.

Siirt’in Pervari’sindeki tükenmeye yüz tutan Beritan Aşireti’nin öyküsünü anlatmaktadır Sürü. Ölümler, göçler, töreler, kan davaları ve trajik hayatların yer aldığı Sürü’de, dili tutulmuş karısını iyileştirmek için çabalayan Şivan’a hayat verir Tarık Akan… Film, Güney Film yapımıdır. Senaryo, Yılmaz Güney… Yönetmen, Zeki Ökten… Ama Yılmaz Güney adım adım filmin tüm aşamalarını cezaevinden takip eder. Türkiye seyircisi, bir iç savaşın eşiğinde, çatışmaların tırmandığı bir dönemde izler Sürü’yü. Filmi gösteren sinemalar bombalanır, salon sahipleri tehdit edilir. Ve Yol… Cezaevinden bayram iznine çıkan mahkûmların öyküsünün çarpıcı bir biçimde anlatıldığı Yol ise çok zor tamamlanır. Çekimleri adeta bir maceradır.

Öyle ki Erden Kral’ın çektikleri çöpe atılır, Şerif Gören devam ederken binbir serüven atlatılır, kimi zaman kaçak ve gizli yapılan çekimler sürerken 12 Eylül darbesi olur. Risk büyür, kopyalar gizlice yurtdışına gönderilir. Yılmaz Güney tam da o günlerde cezaevinden kaçar. Ve Yılmaz Güney, Yol’un montajını yurtdışında yapacaktır.

Filmin müziklerini de Zülfü Livaneli yapmıştır. Hem de Sebastian Argol takma ismiyle… Çünkü gerçek isim vermek 12 Eylül Darbesi yıllarında zor, hem de çok zordur. Yol filmi gerçekten uzun, ince bir yol takip eder. Oldukça yoğun tartışmalar yapılır.

Evet… Yılmaz Güney 12 Eylül’de de hapisti, filmleri yasaklıydı ve ihtimal daha yatacağı bir on yıl daha vardı. Üstelik kanserdi, ülserdi. Ve üstelik kafası hâlâ çekmeyi hayal ettiği filmlerle doluydu. Ölmeden önce bir kez daha motor demek istiyordu. Hakkında yüz yıla yakın hapis cezası istendiği sırada, 12 Eylül’ün en baskıcı dönemlerinde ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Bu dünyadan göçüp gittiği 84 Eylül’üne kadar Fransa’da yaşadı. Sürgün yıllarına Altın Palmiye’yi sığdırsa da “Duvar”ını örse de hasretinden, kahrından genç yaşta uzak bir ülke ve kentte ölüme yenilmişti.Hem de 50’sine dahi varmadan…

Cezaevinde senaryosunu yazıp, neredeyse her sahnesine yön verdiği “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali’nde ödül alırken ölüm hemen yanı başındaydı. Yarı koma halde bile ülkesini sayıklıyor, “Ülkemi çok özledim.” diyordu ama zulmedenlere tepkisini de dile getiriyordu. Kısa sayılacak ömrüne büyük maceralar ve hakikaten film olacak yaşanmışlıklar sığdıracaktı. Gelin burada zamanı ve sözlerimizi durduralım, donduralım, yıllar yıllar önceye gidelim… 1968 kışında askerliğini yapmak üzere Muş’tadır Yılmaz Güney…

Bu arada sinemada “Çirkin Kral” olmanın ve şöhretin imkânlarıyla, birliğinden özel bir izin alarak “Aç Kurtlar” filmini de çekmektedir. Muş’un pek çoksemtini, ovasını, sokaklarını platoya çevirmiştir adeta. Annesi Güllü Pütün de yanındadır

Anne, hafta sonları evci çıkan, koğuş ve set arasında mekik dokuyan oğluna bir yandan moral destek olurken bir yandan da yükünü hafifletmektedir. Ve Muş, Güney’in ana diyarıdır. Eve evet, anne Güllü Pütün, Muş’ta doğup büyümüş, üzerine kuma gelince de memleketini, ilk kocasını terk edip Adana’ya göçmüş ve bir daha da dönmemiştir Muş’a. Hayatın, sinemanın ve askerliğin garip cilvesi işte!

İşte, o 68 kışında 20 yıl aradan sonra ilk kez gelecektir Muş’a Güllü Pütün. Çünkü oğlunun gül yüzlü hatırına oradadır; bir zamanlar kırıp dökülüp ezildiği memleketine ilk kez oğlunun hatırına ayak basacaktır. Muş’ta, iki yıla yakın kalır ana oğul. Ve Aç Kurtlar vizyona girer, o soğuk kış zamanları gelip geçer, askerlik biter, hafta sonu evine kilit vurulur ve anne, Adana’ya döner. Oğul Yılmaz da İstanbul sokaklarına, Yeşilçam’a… Eşine az rastlanan duygu bağı yüksek bir ana oğul birlikteliğidir söz konusu olan. Yılmaz Güney artık yeni hayatında, yeni sinemasında yaşama devam eder. Ve annesine her defasında titreyecek, her defasında yanı başında olacak, sesini soluğunu hiç eksik bırakmayacak ve sıklıkla Adana’ya ziyaretine gidecektir!

Acılarla ve çaresizliklerle örülü bir yaşam süren, Muş’muş, töreymiş, kadermiş, diye boyun eğmeyen ve okuryazar olmasa da hep güçlü kalmaya çalışan dik başlı annesinin varlığını, yakınlığını her oğul gibi o da yıllar boyu sette de evliliklerinde de hücrelerde de hapishane köşelerinde de sokaklarda da hep hissedecek, hep duyacaktır zaten. Anne Güllü Pütün ise sessiz sedasız bir gölge gibi oğlunu izleyecektir tüm bu yıllarda. Oğluyla sıklıkla görüşecektir. Taa ki…

Adana Yumurtalık’ta Endişe filmini çekmeye başlamıştır Yılmaz Güney. Bir akşam molası sırasında bulundukları lokantaya hakaretler yağdırarak gelir Yumurtalık Hâkimi. 1974 yılının 13 Eylül akşamıdır! O akşam Hâkim öldürülür. Aylar, hatta yıllar sürer dava! Kim öldürmüştür Yumurtalık Hâkimi’ni? Yargıçlar 19 yıl hapis cezası keser Yılmaz Güney’e. Üzerine bir de 12 Eylül Darbesi eklenince Yılmaz Güney hapisten kaçar, Avrupa’ya yerleşir. Ve anne Güllü Pütün… İlk günler oğlundan hiç haber alamaz Güllü Pütün. Sonra, Yol filmiyle Cannes Film Festivali’nden ödül aldığını, hatta Paris’te yeni bir film çektiğini duyar, sevinir. Oysa oğlu kansere yakalanmıştır o sıra, yavaş yavaş ölüme gitmektedir. Tarihler 9 Eylül 1984’ü gösterirken, Güney, ölüme yenilir! Haber çabuk yayılır, İzmir’de kızının evinde yaşayan Güllü Pütün duymaz sadece bu ölümü. Çünkü yakınları yüreğinin dayanamayacağını bildikleri için oğlunun ölümünü gizler Güllü Pütün’den.

Peki, nasıl sürer bu ölüm oyunu. Çözümü, Yılmaz’dan yadigâr Avrupa’daki dostlar bulur. Yılmaz’ın sesine benzeyen bir arkadaş haftada bir anneyi arayacak, Yılmaz Güney’in sesini taklit edip konuşacaktır! Öyle de olur ve yıllar sürer telefon trafiği! Güllü Pütün 8 Ocak 1996’da bu yaşamdan kopup gider, yani, oğlundan 12 yıl sonra. 12 yıl boyunca, her hafta sesini duyduğu kişinin oğlu olmadığını hiç öğrenemeden! Yani evlat acısını hiç yaşamadan ölmüştür.

Ve anne Güllü Pütün’ün bilmediği bir gerçek daha vardır. Oğlu Yılmaz Güney, Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’nda 13 Eylül 1984’te toprağa verilmiştir.

Yaşamında da hapsinde de sürgününde de ölümünde de macera hiç eksik olmamıştır Yılmaz Güney’in. Ve hayatı kısa ve ağır geçse de filmleri ve direniş öyküleri kuşaktan kuşağa anıt gibi yükselmiş ve halkının gönlüne bir kahraman gibi yükselmiştir. Bir ölümsüz olarak, efsane kalarak… Ve yılmaz bir yol savaşçısı olarak, iz bırakarak…
Anısına saygıyla…

Yazarın Diğer Yazıları
Efsane Hoca Nermin Abadan Unat’ın Kısa Portesi

Cesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’i Ören Öyküler

Ülkenin varlığını tescil eden Lozan, çoktan imzalanmış, Ankara başkent ilan edilmiş, Cumhuriyet kurulmuş, Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı… Ve üç aya kalmadan halifelik kaldırılıyor, eğitim karma oluyor, Anayasa kabul ediliyor. Eski ölçü birimleri kaldırılıyor, devrimler işaret veriyor. Ümmetten millete geçiliyor. Ülkenin doğu topraklarında Şeyh Said ile başlayan pek çok isyan ve idamlar sürerken, İstiklal Mahkemeleri Cumhuriyet’in kuruluşunun […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku