Nebil ÖZGENTÜRK
Tüm Yazıları
Ayşe Kulin’le Kültür Yolculuğumuz
Ana Sayfa Tüm Yazılar Ayşe Kulin’le Kültür Yolculuğumuz

Kültür Yolculuğu…

Yıllar yıllar önce, 2015 senesinde… Balkanlar’ın orta yerinde Üsküp-Priştina yolundayız. Belgesel çekimleri için Ayşe Kulin’i davet etmişiz baba ocağına. “KÜLTÜR YOLCUSU”yuz! Balkan şarkıları çalıyor eski model müzikçalarda. Evlad-ı Fatihan diye övünür her Balkan göçmeni… Kulin de öyle… Milli Mücadele kahramanlarının, Cumhuriyet’in kurucularının pek çoğunun yetiştiği bölgedeyiz ya, ata topraklarında olmanın heyecanıyla yolumuzun üstündeki köyleri, kasabaları ve yalnız evleri daha bir dikkatle izliyor; Ayşe Kulin’in Balkania ya da Sevdalinka’sındayız yani!

“Biliyor musunuz?” diyor, “Suyun öte yanında kalan vatanda korkunç hikayeler var ama bunlar çocuklarına nakledilmedi. Bir düşmanlık hissi, kin duygusu yaratmamak için… Ben büyüklerimden sert hikâyeler dinlemedim hiç..” Bu sözleri üzerine Ayşe Kulin’i, o gün, daha iyi tanımıştım. Tanıdığım edebiyat-kültür insanları arasında sabrına, sakinliğine, zarafetine ve uyumlu tavrına hayran olduğum biridir Kulin. Kimbilir o Balkan yollarında karakterinin ipuçlarını vermişti belki! “Suyun öbür tarafı diye tabir ettiğimiz Balkanlar’ın çok büyük göç acıları var. Ben de şu an çok duygulandım. Çünkü bütün istasyonlar, dönüşlerden çok gidişleri hatırlatır bana…” Daha ne olsundu… Göçüp gidenlerin ruhu vardı sahiden etrafımızda, tarihin orta yerinden geçiyorduk… Aile geçmişini anlatan romanlarını ve Sevdalinka’yı bu yüzden oldukça titiz ve dikkatli ördüğünü düşünmüşümdür

Tüm bu anlattıklarımdan Ayşe Kulin’in hüznünü cebinde taşıdığını düşünmeyin sakın. Dünyanın en neşeli insanlarındandır. Her yaşta her zaman…

İzmir-Bandırma yolculuğumuz var bir de Kulin’le… Oldukça matrak bir durum oldu o gün. Bandırma Kitap Günleri’ne gidiyoruz, Bandırma’dan bir araç gönderilmiş, binmişiz alamete gidiyoruz Bandırma kitap şenliğine… Seyahatin orta yerinde, otobanda bozuldu otomobil! Öylece kala kaldık. Güneş tepemizde. Tam üç saat bekledik iki başımıza! Bandırma’dan gelecek diğer aracı… Üç saatin nasıl geçtiğini anlamadım. Çünkü yanımda şikâyet etmeyen, sabır gösteren, gülüp neşelenen, hatıralar anlatan, şakalar yapan bir Ayşe Kulin vardı. Ben de çokkk mutlu olmuştum o gün. Neyse, bu iki yolculuk hatırasından sonra… Size yakası açılmadık sohbetlerimizden bölümler sunayım. Yıllar içinde yayımlanmak üzere kayıt altına alınmış ama yayımlanmayan muhabbet. Kapaktaki kadına dair…

-Muhacir kelimesini ötekileştirme olarak algılıyor musunuz?
Hayır algılamıyorum, elbette göçen insanların da bir adı olacak, işte ona da muhacir demişler. Böyle her kelimenin altında kötü niyet arayan tiplerden değilim. Bu nedenle bazı kelimeleri kaybettiğimiz için de üzülüyorum. Mesela Çingene… Bence bütün dünyada “Gypsy”nin Türkçedeki karşılığı budur; bir rengi, bir anlamı vardır. Şimdi “Roman” dendiği zaman romanla bile karıştırabiliyorum. Çingene olmak niye ayıp olsun ki, adamların adıydı. Artık biz onlara ayıp olmasın diye “Roman” diyoruz. Benim ailem Çerkes ve Boşnak oldukları için çok dindar ailelerdi. Bir kere Boşnak aileler, her türlü dini vecibelerini mutlaka yerine getirirlerdi. Dedem, kendi memleketinde ne yapıyorsa Türkiye’de de onu devam ettirdi. Ramazanda, bayramlarda sofralar kurulur, mutlaka kurban kesilir, oruç tutulur, fitre verilirdi. Benim her iki ailemden de aldığım terbiyede gönül kırmak, kibir, bunlar çok büyük günahAyşe Kulin’le kültür yolculuğumuz lardı. Başka bir anlayıştı o; komşusu açken kendisinin tok yatmaması lazım, buna çok dikkat edilirdi. Babaannemin evinin yanında kendi halinde bir aile vardı, evde et piştiği zaman koku oraya gider, canları çeker diye onlara da et yollanacak ama onun bile bir usulü bulunurdu. Denir ki: “Sizin orada erikler çok güzel açmış, müsaade eder misiniz çocuklar bir iki erik koparsınlar?” Tabak içinde hemen erik gelir, sonra o tabak etle doldurulur geri verilir. Niye bunu yapar? O eti, onları incitmeyecek şekilde yollayacak. Bu kadar ince düşünülen bir terbiyeydi bu, insani bir terbiyeydi.

-Balkan müziğini nasıl buluyorsunuz?
Balkan müziğini inanılmaz romantik ve dinamik buluyorum. Benim çocukluğumda, anneannem evde ud çalardı, keman çalınırdı, daha çok telli sazlar… Ama buradaki müziği çok seviyorum. Dayım akordeon çalardı; çok coşkulu bir alet, çok severim. Dağdan bile sesini duyurabilecek bir enstrüman.

-Hani derler ya ne hayatmış ne fotoğraflar ne görüntülermiş… Siz üretken bir yazarsınız, 80’li yıllar sonrasında edebiyata, romana, öykülere giriyorsunuz ve daha sık üretmeye başlıyorsunuz. Biraz geç kaldım diyor musunuz?
Tabii tabii… Bütün o kaybettiğim yılları telafi etmek için… Kapılar açılmış olsaydı ben 60’lı yıllardan itibaren yazıyordum ama çıkışım 80’lerin ortalarını bulduğundan dolayı kaybettiğim bir zaman var, bir de yaş ilerlemiş yani önümde de çok zaman yok, onun için makine gibi çalışıyorum.

-Sanki yarın yokmuş gibi… Bugün son günmüş gibi düşünürler ya…
Öyle değilse bile ne kadar kaldığını aşağı yukarı benim yaşımdan hesaplayabiliyorsunuz.

-Peki, bir şey soracağım. Kapılar açılsaydı dediniz, kapılar çok mu kapalıydı 60’larda, 70’lerde? Kapıların kapanması ne demek? Neler oldu?
Yani bilemiyorum, biraz şans elbette… Her şeyin bir zamanı var diye de düşünüyorum artık bu yaşa geldikten sonra. Belki iyi de oldu çünkü bir nevi olgunlaştım, hayat görüşüm değişti. Tecrübelerim, deneyimlerim arttı ama ben yazı yazmaya okulda başladım. Amerikan Kız Koleji’nde okurken başladım ve bütün öğretmenlerim, arkadaşlarım benden öykücü, romancı olmamı beklediler. Ben yazıya kabiliyeti olan bir öğrenciydim. Hatta bir tarih öğretmenimiz vardı, kendi oğlu kompozisyonda çok kötü olduğu için bana birkaç konuda kompozisyon yazdırır alır götürürdü. Oğlu alıp okusun da böyle bir kompozisyon istendiğinde elinden çıksın diye. Yani kalemim kuvvetliydi. Ben yazar olmayı çok istedim. Öyküler yazdım. Küçük roman denemeleri yaptım fakat benim öykücü olmaya çalıştığım yıllarda değişik bir Türkiye vardı, değişik bir anlayış vardı. Solcu olmak, sol fikirler ve devrimci olmak çok önemliydi ve edebiyat onların tekelindeydi. Ben hayatımda bir sağ partiye oy vermiş değilim; yani ben de ruhen, kalben onların yanındaydım ama benim hayat tarzım değişikti. Evet, ben bir burjuvaydım. Yani evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş… Evde işini yapan, yemeğini de pişiren, gezen, seyahat eden burjuva bir kadındım ve ben kolumda dosyamla gittiğim zaman bu niteliğim ortaya çıktığında layık görmüyorlardı yazar olmayı diye düşünüyorum. Çünkü okumaya değer bulmadılar yazdıklarımı.

-Acaba politik olmadığı için mi?
Ciddiye alınmadı, bilmiyorum. Belki de ben çok
üstünde durmadım

-Düzeltme değil de kendimce bir analiz yapmaya çalışayım. Aslında bütün o 60’lı, 70’li yılların sol kökenli, solu yöneten insanlarının çoğu zaten aristokrat kökenli. Mehmet Ali Aybar’dan söz ediyorsak mesela Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı, bizatihi sizin gibi soyu Osmanlı’ya dayanıyor ya da o yılların gençlik liderleri, yayıncılar vs… Bence ondan değil de acaba yazılanlarda politik bir argüman görmedikleri için mi?
Bilakis benim yazılarımda çok politik argümanlar vardı. Hatta Güneşe Dön Yüzünü adlı kitabı okursanız tamamen siyasi içeriklidir hikâyeler.

-O yıllarda yazdıklarınızı diyorum.
O yıllarda da vardı. Ankara’da büyüdüm; yani çok politik hayvanım her ne kadar karışmasam da… Dolayısıyla bilemiyorum, belki de kabahat bendeydi, yeterince asılmadım. Gidip dönüyordum. Benim sınıfımdan çok yazar kazandı Türkiye. Tomris Uyar benim sınıf arkadaşımdı. Nazlı Eray benim okul arkadaşımdı, birlikte derslere de girdik. Pınar Kür ilkokuldan arkadaşımdı. Bütün bunlar benden önce başladılar.

-Onlar da burjuva kökenli. Adalet Hanım…
Adalet Hanım’ın kökenini bilmiyorum ama bütünbu kişilerin devrimci, solcu kocaları, eşleri, arkadaşları, sevgilileri veyahut bir masada içki içtikleri dostları oluyordu. Yani bir yerde bir ekip tutuşmasıdır bu. Kendi ekibinden olmayan insanları yabancılıyor Türkler. Niğdeliler, Sivaslılar gibi…

-Kendi camialarını oluşturma, aralarına almama?
Evet, aynen böyle bir şey de var. Çünkü ben o yıllarda diğer arkadaşlarım gibi bu hareketlerin içinde değildim. Benim çok çocuğum vardı. 4 tane çocuğum var biliyorsun. Ben böyle tam bir ev kadını, anne imajındaydım ama hep yazdım, hatta evde oturdum bu ansiklopedik çevirileri yaptım.

-Yani bebek büyütürken bile hep yapıyordunuz bunları.
Hep yapıyordum

-Yani içinizde hep bir arzu vardı.
Zaten biliyor musunuz yazı yazmak, resim yapmak, müzik, hatta bırakın onları yemek yapmak, dikiş dikmek bile bir yetenek işidir; o sizde ya vardır ya yoktur. Yani benim kafama tabanca dayasalar ben piyano çalamam. Nitekim evde anneannemin piyanosu vardı, getirip kondu önüme, hoca tutuldu. Çalamadım. Yok, Allah kulak vermemiş. Ne varsa onu çıkarıyorsunuz. Benim de kabahatim var, asılmadım. Döndüm, gücendim. Belki ihtiyacım yoktu onun getirisine o sıralarda. Boşandıktan sonra çalışma hayatına girdim, benim statüm değişti. Türkiye’de de bazı şeyler değişti Özal devrinden sonra. Kapılar açıldı ve ilk yazdığım kitapla değilse bile ikinci kitapla mesela iki tane ödül kazandım.

-Edebiyatta bir Ayşe Kulin markası oluştu. Aylin ile başlayan bir süreç.
Markayı pek sevmiyorum

-Peki markadan vazgeçelim, siz de sevmiyorsunuz anladım.
Hiç sevmiyorum.

Ama o edebiyatta olunca hoşuma gitti. Neden?
Çünkü, “Ayşe Kulin ne yazarsa alırız.” diyen bir okur da var. Yani o anlamda bir markaya dönüşüyor o. Evet, onu diyen bir okur var, onu Aylin’e ve Aylin’i basana borçluyum.

-Aylin’i de reddedenler oldu mu? Neler dediler? Yani ne yapacağız böyle maceracı bir kadını mı dediler?
Tabii. Sizin gözünüzden kaçmış. E Dergisi diye bir edebiyat dergisi vardı. Edebiyat dergisi olduğu için acıklı bir durum bu… Onun içine Aylin’i yerden yere vuran, beni de yerden yere vuran yazılar yayımlandı ve 3 kere yazının içinde “Bu kitabı yazana anana … derler” gibi bir tabir vardı, 3 kere geçiyordu bu anana lafı. Niye bu kadar tepki uyandırdı, niye bu kadar kızdılar bilemiyorum. Çok küçümsendi…

-Arkadaşınızdı zaten.
Arkadaşımdı, beraber büyümüştük, aynı apartmanda oturmuştuk. Akraba sayılırız bir yerde. Çok çekici geldi Aylin insanlara.

-Siz bu arada romanın içine girdiniz mi? Yani birağıt düzdüğünüzü mü düşünüyorsunuz?
Ben o sıralarda dergilerde çalışıyordum. Hayatımı kazanmak için çok değişik şapkalar giydim. Kamera arkasında çalıştım biliyorsunuz. Gazetecilik yaptım, hiç beceremedim. Bana göre değilmiş gazetecilik. O, başarısız olduğum bir alandır açık söyleyeyim. Nedenini de geçen gün gördüm, size hemen söyleyeyim madem sohbet ediyoruz. Bir telefon açık unutuldu biliyorsunuz ve oradan bir adamın konuşmaları öbür tarafta çıktı kapamayı unuttuğu için… Mesela ben gazeteci de olsam, hayatta o şekilde açık unutulmuş bir telefondan bana ait olmayan bir konuşmayı dinleyip haber yapamam.

-Gazetecilikle başladınız yazı hayatına ama…
Benim ahlak anlayışım, büyümem, yetişmem bana öğretilen değerler. Açıkçası ben iyi bir gazeteci olamazdım

-Geçinmek zorundaydınız sanırım.
Evet, geçinmek zorundaydım. Gazetelere ve özellikle dergilere yazıyordum. Rahmetli Ercan Arıklı arkadaşımdı. Aşağı yukarı onun bütün dergilerine yazı üretiyordum. Ayda bir çıkan bir dergiye ilginç insanlar, ilginç hayat hikâyeleri istiyordu. İlginç hayat hikâyeleri de o kadar az ki, belki de anlatmak istemiyor insanlar hayat hikâyelerini. Zorlanarak bir liste yaptım. Bir tanesi de Aylin’di, Aylin kabul etti. Aylin bana bütün başkanlarla çekilmiş fotoğraflarını yolladı. Üniformalı fotoğraflarını yolladı. Bilgileri belgeleri yolladı, askerlikte kazandığı beratları, nişanların fotoğraflarını yolladı. Ben bir yazı hazırladım ama yeterli bulmadım. Mart ayında gidecek, konuşacak ve daha canlı bir röportaj yapacaktım. Daha içi dolu bir şey istiyordum. Aylin şubatta vefat etti. O malzemeler elimde kaldı ve çok üzüldüm. Ben o malzemeleri bir hafta sonu eki için Yeni Yüzyıl’a verdim, yani bir ağıt gibi… Resimleri falan da verdim. Nasıl bir tepki aldı size anlatamam. Telefon etti Okay bana ve dedi ki; “Ayşe herkes soruyor kim bu kadın? Annem bile böyle şeyleri okumaz okudu ve aradı beni.” dedi. Yani böyle bir şey oldu. Ben de aileye, ablasına sordum böyle müthiş bir tepki aldım, çok iyi geri dönüşler aldı Aylin’in yazısı. “Bir romana çevireyim mi? Ne düşünürsünüz?” diye sordum. Çok sevindiler. Aylin yeniden yaşar adeta gibi bir reaksiyon alınca… Akraba da sayılırız şöyle ki, benim amcam Aylin’in teyzesiyle evliydi. Yani kan bağımız yok ama aynı aileyiz. Yani Aylin’in büyük babaları benim amcamın çocuklarının da büyük babaları. Kardeş çocukları yani. Onun üzerine ben Aylin’i yazdım.

-Ayşe Kulin aile köklerine çok değer veriyorsunuz… Nezaket, terbiye…
Nezaketim, terbiyem önemli değil de benim görmüş olduklarım, kafamda kalan şeyler, onlar benim için çok değerli. Onurum çok önemli, onu korudum hep hayat boyu. Mesela babaannemin tarafında, bayramlarda… Çünkü öyle, Bey olduğu için onu yapmak zorunda. Çok büyük bir sofra açılırdı ve herkes o sofrada iftara gelirdi. Hâlâ kendini Bey zannediyor. Para bitmiş ama onu yapmak mecburiyetinde. Züğürt Ağa gibi biraz. Orada bir konak var işte, Sultanahmet’te. O bir, bahçeli hemen ikinci sırada.

-Gerçek anlamda altmışları, yetmişleri yaşamış, o eski İstanbul dedikleri dönemi yaşadınız. Hamasi bir nostalji yapmak istemiyorum ama iyi komşuluk ilişkileri, iyi dayanışma ve şıklık… Bunları özlüyoruz değil mi?
Bunları çok özlüyoruz. Bakın ben apartman çocuğuyum, konak çocuğu değilim buna rağmen. Yani dedemin konağında da büyüdüm, Ada’da falan ama benim hayatımı iki apartman çok vurgulamıştır. Bir tanesi Narmanlı, doğduğum yer. 50 sene oturdu orada anneannem. Biri de Ankara’da büyüdüğüm Soysal Apartmanı. Yani babamın işinden dolayı ikiye bölüktü benim hayatım. Kışın Ankara’ya giderdik. Ben orada ilkokulu bitirdim. Soysal Apartmanı… Bir de hayat boyu, yazları geldiğimiz zaman anneannemin, ninemin, dedemin oturduğu Narmanlı Apartmanı. Her iki apartmanda da bütün komşuları tanırdık. Şimdi oralarda pek yoksul insan yoktu. Zengin de yoktu, yoksul da yoktu. Yani herkes aynıydı. Öyle tuhaf sosyal bir durum vardı. Fakir varsa da köylerde falan yani… Ne aşırı lüks, her şey bir dengede duruyordu. Babaannemin Sultanahmet’teki evinde yoksul insanlar, komşular vardı. Onlara yemek giderdi ve onlara giden yemek, onları kırmamak için, mesela bahçelerinde bir erik mi var, “işte çocuklar çok imrendi, birkaç erik toplayabilirler mi” denirdi. Halam derdi. İşte biz birkaç erik toplardık oradan. Karşılığında teşekkür etmek için onlara bir tabak etli pilav giderdi mesela. Ama hep bir bahaneyle yani. Onları ezmemek, onları kırmamak için. Hakikaten bir incelik vardı.

-Başka hayatları yazan bir yazar olarak, özellikle
son yıllarda kendi hayatınızı çok az görüyoruz, okuyoruz kitaplarda. Yine inşallah ileride yazacaksınız.
İçimde Kızıl Bir Gül Gibi’de var.

-Ağırlıklı olarak çok yok demek istiyorum. Araya küçük bir magazin değil de özel hayat sorusu sormak istiyorum. Evlilikleriniz bitiyor, ondan sonra daha çok yöneliyorsunuz edebiyat dünyasına. Bu anlamda evliliklerde mi sizi yordu, üzdü, kitap yazmanızı engelledi?
Şimdi birinci evliliğimi büyük bir hata olarak kabul ediyorum. Çok genç yaşta evlendim. Ailem tek evlat olduğum için, tek torun olduğum için biraz fazla baskı yaptılar herhalde bana. Yani sınıf arkadaşlarım, çevrem partilere falan giderlerdi, akşam çıkmaları başlamıştı. Ailem beni bırakmazdı. Yani ben çok gocunurdum, çok kızardım, çok üzülürdüm. Evlenirsem sanki ailemin şeyinden kurtulacağım gibi geldi. Yanlış bir evlilik yaptım.

-Aşk evliliği anlamına gelmiyor bu.
Hayır. Bir nevi işte evleneceğiz, Londra’ya gittik zaten üniversite okumaya. Ben üniversite okumak istiyordum. Eşim de üniversite okuyor zannediyordum. Ben üniversiteye başladım ama hamile kaldım. O sene devam ettim. Ertesi sene yine hamile kaldım. Daha hap falan keşfedilmemişti. Doğum kontrol usullerinin bilindiği bir dönem değildi veyahut ben bilmiyordum. O çok kısa süren bir evlilikti. İkinci çocuğumun doğumundan çok kısa bir süre sonra biz boşandık. O evlilik beni kırdı. Kimse inanamadı ki bir genç kadın, daha 22 yaşında, 2 çocuğu kucağında çok küçük yaşta bu zengin kocayı bırakabilecek. Ama bir an bile pişman değilim. Ve ailem, benim çok arkamda durdu. Herkes bana sen delisin, aptalsın dedi. “Seni kim alır, iki çocuğun var, deli misin, zengin aile…” Yani her önüme gelen… Ben hiç düşünmedim, iki çocuğumu aldım babamın evine döndüm

-Kelimeleri rahat seçiyorsunuz… Romanlarda…
Kelimeleri kitabına göre seçiyorum. Mesela Veda’da oldukça ağır bir dil var, çok değil. Yani bugün genç bir insanın alıp da anlayamayacağı bir dil değil. Ama tabii ben Osmanlı’da yaşamış insanları bugünün diliyle konuşturamazdım. Dil yok, lisan. Mesela bütün bu kelimelerin üstünde çok durarak… Elimde lügatlar filan. Çok da zorluk çektim, çünkü modern Türkçeden geriye lügat yok. Yani eski kelimeyi açıp bakıyorsunuz karşılığını buluyorsunuz yeni Türkçede ama yeni Türkçenin eski Türkçeye dönüşü yok.

-Ayşe Hanım dediniz ya; “İlk başta beni burjuva olduğum için aralarına almadılar, camiadan olmadığım için kitaplarımı basmadılar yayıncılar.” diye… Peki, sonra Ayşe Kulin var oldu, yakın yılları söylüyorum özellikle, son yıllarda mesela, camiaya girdiniz mi, artık kabul ediliyor musunuz, öyle bir çevreniz var mı ya da tek başına mısınız yine?
Ben tamamen camiasızım. Benim ne arkamda bir gazete, ne bir medya grubu, ne de bir camia var. Ben tamamen tek başına bir insanım. Hiçbir yere üye de değilim.

-Sizi edebiyatçı sayanlar-saymayanlar şeklinde şikâyetiniz var mı?
Herhalde birileri saymıyor, onu da bana hissettiriyorlar ama ne önemi var ki?..

-Peki bu durumda edebiyatçılardan hâlâ şikâyetçi misiniz, edebiyat âleminden ya da?
Kimseden şikâyetçi değilim, hiçbir zaman.

-Peki o zaman “Yaşasın edebiyat!” diyelim, öyle kapatalım.
Yaşasın edebiyat. Ve yani hakikaten de düzelsin Türkiye, bir de onu söyleyelim. Sorunlarını çözsün inşallah.

-Çok teşekkür ederim.

Yazarın Diğer Yazıları
Efsane Hoca Nermin Abadan Unat’ın Kısa Portesi

Cesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’i Ören Öyküler

Ülkenin varlığını tescil eden Lozan, çoktan imzalanmış, Ankara başkent ilan edilmiş, Cumhuriyet kurulmuş, Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı… Ve üç aya kalmadan halifelik kaldırılıyor, eğitim karma oluyor, Anayasa kabul ediliyor. Eski ölçü birimleri kaldırılıyor, devrimler işaret veriyor. Ümmetten millete geçiliyor. Ülkenin doğu topraklarında Şeyh Said ile başlayan pek çok isyan ve idamlar sürerken, İstiklal Mahkemeleri Cumhuriyet’in kuruluşunun […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Sinem, Selma, İlhan, Taner, Ece, Cem ve diğerleri!

Rutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]

Devamını Oku