Ulaş GEROĞLU
Tüm Yazıları
Barışın Günü
Ana Sayfa Tüm Yazılar Barışın Günü

1999 yılında Arjantin’deki Volcán Llullaillaco Dağı’nın zirvesinde 500 yıl önce kurban edilmiş üç küçük çocuğun bozulmamış mumyaları keşfedildi.

Söz konusu keşifle ilgili okuduğum merak uyandırıcı bir yazının ardından, arkeologların konuyla ilgili yayımladığı makaleleri okumaya başladım. Keşfin arkeolojik değeri tartışmasız çok büyük. Özellikle Mısırlıların ölümden sonraki yaşam için bedenleri itinayla mumyalayıp, eşsiz mezarlarla dünya ilişkisini kesme çabasına rağmen bulunan mumyaların çok da iyi korunamadığı düşünüldüğünde, bu keşfin arkeologları bu kadar şaşırtması kaçınılmazdı. Üstelik Mısır biliminin binlerce yıl mumya işine kafa yorduğu, kimya ve mumyalama tekniklerinin sürekli geliştiği düşünüldüğünde Arjantin’de bulunan çocuk mumyaları daha ilgi çekici olur. Bu üç küçük çocuğun neredeyse uyuyormuş gibi ve dağın zirvesinde, 6700 metre yükseklikte tamamen doğal şartlarda korunmuş olması hem heyecan verici hem de çok ürperticidir.

Bulunan çocuklar 500 yaşından biraz daha yaşlılar. İsimleri de var, çocuklara isim vermişiz. Mesela diğer ikisine göre nispeten daha büyük olanına “Llullaillaco Maiden”, diğerlerine de “Llullaillaco Oğlanı” ve “Lightning Kızı” diyoruz. Yapılan incelemelere göre çocuklara kurban edilmeden bir yıl önce coco yaprağı ve mısır birası verilmeye başlanmış. Çocukların oturur halde bulunması ise donarak ölmeden önce neden huzursuzlanmadıklarını, onları koydukları yerden kalkamadıklarını açıklıyor. İnka çocuklarının ilgi çekici yaşamları ve şaşırtıcı sonları hakkında bilgi edinirken şu an dünyanın bu kadar kalabalıklaşmasını ve yaşıyor olabilmemizi ‘mucize’ye bağlıyorum…

İnsanın bitmek tükenmek bilmeyen yaratıcı arayışına ve her toplumun kendi yaratıcısının gerçekliğini kanıtlama çabasına kim bilir kaç çocuk, kaç savunmasız can feda edildi. İnka çocuklarını görünce aklımdan geçen ve tarihin kirli sayfalarına kazınan katliamların çığlıklarını duyuyorum sanki. Dişlerinin arasında kendisini uyuşturan bitkinin kalıntıları bulunan Maiden’ın toprağa bile karışamayacağı o zirveye donmak için çıkışını da görüyorum, Hiroşima’da birazdan kül olacak ve geride gölgesini bırakacak kız çocuklarının parlak ışıktan gözlerini kaçırışını da. 500 yıl önce çocukları Tanrı’ya kurban eden zihniyet ile savaşı bitirmek gibi ulvi bir sebeple binlerce çocuğu yakan medeniyet arasında bir fark görmüyorum; hatta insan canına gitgide pervasızlaşan, ilerledikçe asır asır geriye ket vuran bir medeniyetin içine doğru sürüklendiğimizi de görüyorum. Gördüklerimiz ve duyduklarımız, kutsal savaşlarımıza bahane üretirken unutuluyor. Sonra? Sonrası bitmek tükenmek bilmeyen barış…

Barışın yine çok konuşulacağı eylül ayı geldi. Birleşmiş Milletler’in 7 Eylül 2001’de son kabul ettiği Dünya Barış Günü 21 Eylül… Varşova Paktı ülkeleri ise 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmeye başladığı ve İkinci Dünya Savaşı’nı başlattığı gün olan 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kabul etti. Barışın neden bir günü olmalı sorusu başka bir yazının konusu; fakat barışa dikkat çekmek için bile bir günde uzlaşamamak… İşte barışın gerçek meselesi. Geçen gün dokuz yaşındaki yeğenim Duru, şans verilmesi halinde dünyayı nasıl barış içinde yöneteceğinden bahsetti. Alacağı önlemler ve kararları en ince ayrıntısına kadar anlattı. Fakat aldığı kararlara uyulmaması durumunda şiddetli cezalandırma yöntemleri de vardı. Bu yöntemler hakkında kendisiyle konuşmaya çalıştım. Ona bulduğu çözüm yollarının doğru olmadığından, insan haklarına saygı duyması ve koruması gerektiğinden bahsettim. Beni sükunetle dinledi ve “İyi ama amca ben zaten insanların iyiliği için kararlar alıyorum. Aldığım kararlar yanlış mı?” diye sordu. Aldığı kararların çok güzel olduğunu söylediğimde “O zaman o kişiler kendi haklarına saygı duymuyorlar. Onlar için ben daha ne yapayım? Benim dünyamı kirletmek istiyorlar. Ben çocukları da korumak zorundayım.” dedi. Tavsiyem odur ki dünyayı yöneten bir çocukla barışı konuşmayın. Sordukları sorulara cevap verecek bir bilinç oluşturamamışız binlerce yıllık medeniyet tarihimizde. Dokuz yaşında bir çocuğun bulduğu çözümü, seksen yıl önce bulan ve gerçekten dünyayı yöneten kelli felli adamların ayıbıdır çocuklarımızı mahkûm ettikleri bu çağ. Livaneli’nin Bir Barış Günü etkinliğinde yaptığı konuşmada söylediği “Savaşı yaşlı erkekler çıkartır. Genç erkekler ölür. Kadın ve çocuklar da acısını çeker.” sözünün doğruluğunu göz ardı ettiğimiz sürece eylülün hangi gününde barışı kutladığımızın pek bir önemi de kalmıyor. Fakat Birleşmiş Milletler’in dünyanın her yerinden çocukların harçlıklarıyla yaptığı bağışları toplayıp yaptırdığı “Barış Çanı”mız var, işte o her şeyden daha önemli. O çan, başka Maiden’lar, Sadoko’lar, Kim Phuc’lar kurban edilmesin diye her gün çalmalı. Ve eğer gerçekten barışın gününü kutlayacaksak bir çocuğun kalbinde taşıdığı fakat bize çok ağır gelen o duyarlılığı yitirmemek gerektiğini unutmamalıyız.

Barışın günleri daha çok olsun, dünya barış günleriniz kutlu olsun…

Yazarın Diğer Yazıları
İstasyon İnsanları

“Yolcular ellerinde tek gidişlik bir biletHenüz bilmeseler de hayat bundan ibaret” Güzel şarkıdır “İstasyon İnsanları”… Bu şarkı bana neleri gözden kaçırarak yaşadığımızı anımsatır. Her dinlediğimde unuttuklarımı, gözden kaçırdıklarımı ararken bulurum kendimi. Bir anahtardır kendime, başkasında ki kendime. Herkesin bir istasyon macerası vardır elbette. Birbirinden farklı olmayan ama çok farklı izler bırakan. Mesela hepimiz için soğuktur […]

Devamını Oku
Hoş Gel!

Dünyanın kendi etrafında üç yüz altmış beş kere, güneşin etrafında tam bir tur dönüşüdür geride kalan yıl. Yani aslında döne döne aynı noktaya gelip, yeniden başladığımız için bu kadar sevinçliyiz. Başlangıç tarihimiz 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece yarısı saat tam 00:00. Son on saniyeyi geri sayarak, kimi zaman önde, kimi zaman birkaç saniye geride […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku