Kadın bir hışım eve girdi. Elindeki anahtarları ve eczane poşetini portmantoya atıp terliklerini bile giymeden salona geçti.
Kadın bir hışım eve girdi. Elindeki anahtarları ve eczane poşetini portmantoya atıp terliklerini bile giymeden salona geçti. Kocası bıçağın ucundaki elmayı henüz ağzına atmıştı; “Hayırdır Nuriye, bu ne hal?” dedi. Aslında yanıtı dinlemeye gönülsüzdü, televizyondaki programda en heyecanlı bölüm başlamıştı. Haftalardır çözülmeyen düğüm çözülecekti işte. Gerçi kafası karışıktı adamın; kim kimle evliydi, kim kimden çocuk yapmıştı, kaçırılan kız hangisinin yeğeniydi, sevgilisi ile bir olup cinayet işleyen hangisiydi? Neyse ki şu çatık kaşlı, dobra sözlü televizyoncu kadın vardı da memlekette çözülmedik vaka kalmıyordu. Hele program sonlarında öyle bir konuşuyordu ki, herkese gereken cezayı kesiyordu.
Nuriye, kan ter içinde bir yandan dizinin altını kesmiş lastikli çoraplarını aşağı yuvarlıyor bir yandan da söyleniyordu. Başındakini ise çoktan çekyatın üzerine atmıştı. “Terbiyesiz, ahlaksızlar! Başımıza taşlar yağacak bunların yüzünden. Utanmaz, haysiyetsizler!” Adam, televizyondakileri bir kenara koyup, canlı şahit olunmuş ahlaksızlığı dinlemek üzere karısına kulak verdi. “Ne oldu yahu? Biri sana bir şey mi yaptı?” Kadın derin bir nefesle estağfurullah çekip, tabakta kalan elma kabuklarından birini ağzına attı. “Senin şeker ilacın bizim eczanede kalmamış, ben de yukarı mahalleye gideyim, hem de oradaki tuhafiyeden birkaç şey alırım dedim. Giderken yürüdüm de dönüşte mecalim kalmayınca dolmuşa bindim. Hay binmez olaydım. Arsız uğursuzlar, adiler…” Boğazına takılan elma kabuğunu bir iki öksürükle yutağına yuvarlayıp devam etti kadın; “Duraktaki hallerinden belliydi zaten. El ele tutuşmalar, güya kulaklıkla bir şey dinliyor gibi yapıp birbirlerine yanaşmalar. Orada sinirlerim oynadı. Yaşları ben deyim on sekiz, sen de yirmi. Parmaklarına baktım ne nişan ne nikâh. Ama oğlanın kulaklarda küpe, kız desen saçı başı bir acayip, kıçına kadar da şort giymiş. Dolmuş geldi, önlü arkalı oturduk. Aklım bunlarda. Durakta böyle yakın duran, koltukta neler yapmaz. Bir muhabbet, bir gülüşme. Tansiyonum vurdu on beşe, elim ayağım titriyor. Bir ara sesleri kesildi, dayanamadım. Bir döndüm ki öpüşüyorlar, nevrim döndü. Kimsenin sesi de çıkmıyor. Bastım yaygarayı, ağzıma geleni söyledim. Şoföre dedim çek kenara. Utanmazlar, bir de ‘sana ne’ demezler mi? Edepsizler! Ama yaptım yapacağımı. İndirdim arabadan. Rezil rüsva olsunlar. Herkes duysun! Neymiş öyle el ele tutuşmak, birbirini öpmek. Bunları tek tek temizleyeceksin ortalıktan. Pislikler!”
Adam, hırsı geçmemiş karısını merakla dinliyordu. Sesi her yükselişte kafasını sallıyor, aynı hiddeti yaşıyordu. “Memleketin çivisi çıktı, edep hayâ kalmadı. Tek tek sopalayacaksın bunları, yerlerde süründüreceksin!”
Kadın, kocasından beklediği onayı alınca biraz Bir döndüm ki sakinler gibi oldu. “Hüseyin, Allah aşkına şuradan bir bardak su ver. Dilim damağım kurudu.” Adam, birbirlerine girmiş konukları ayırmaya çalışıp, bir yandan da “Siz ne biçim insanlarsınız?” diyen televizyoncu kadının bağırışına kulak kesilmişti bile. Karısını umursamadı. Nuriye biraz daha bekledi, umudu kesince söylenerek mutfağa yöneldi. “Senden gelecek hayır Allah’tan gelsin! Ne gördüm ki elinden, bir bardak suyunu içeceğim.”Mutfağa gelip kendine bir bardak su doldurdu, yemek masasının yanındaki tabureye ilişip pencereye boynunu uzatmış leylağa baktı. Eflatun çiçekler arsızca patlamış, birbiriyle kaynaşmış tek bir çiçek olmuştu. Üstelik baygın kokusu mutfağa kadar girmişti. İçinde tanımlayamadığı coşkuyu dürten bu çiçeğe de kokusuna da kinlendi. Kocasına olan hırsı soğumamıştı. Söylenmeye devam etti ama bu kez kelimeler kıpırtısız dudaklarından kendinin bile duyamayacağı kadar sessiz döküldü:
“Ah Hüseyin. Bir günden bir güne elimi mi tuttun, saçımı mı okşadın? Görücüye geldiğiniz gün içim kıpırdamıştı. Ne de olsa ilkokuldan beri akranım bir erkekle aynı ortamda bulunmamıştım. Üstelik artık büyümüştüm, öyle ya gelin olacak yaştaydım. Büyükler konuşurken mutfak kapısının ardından izlemiştim seni. Beğenmiştim de. Briyantinli saçın, okuduğum fotoromandaki Jason’a benziyordu. O an her yanımı alevler almıştı. Kalbimde kanatlanmaya hazır bir kuş bekliyordu. Emindim, sen de onun gibi güzel sözler edecek, elini belime dolayıp beni kendine çekecek, nefesinle yakacaktın.
Nikâhımız kıyılmadan birkaç kez pastanede oturmuştuk. Evlenene kadar elimi falan tutmana müsaade etmezdim tabii ama sen de aramızaablanı oturtmuştun zaten. Sonra evlendik. Acemi bir zifaf, sonrası kupkuru bir vazife… Çeyizlik ara dantelli nevresimler sandıklara kalktı, hiç başlamamış masal, daha hikâyesi başlamadan bitti. Sen evinin erkeği oldun, işe güce koşuldun, ben hayatımı mukaddes yuvama adadım. Kahvaltı için yapılan menemen, gün aşırı süpürüp silinen ev, sefer tası için hazırlanan yemekler, ütülenen dantelli havlu kenarları, akşamları demlenen çay, çitlenen çekirdek, pür dikkat izlenen diziler. Bir çekyatta sen, bir çekyatta ben. Sonra çocuk, sonra bir tane daha. Sonra çekyatlarda çocuklar, televizyonda daha çok dizi, daha az konuşma. Sonra senin prostatın, benim menopozum, tövbe bu yaştan sonra ayrılan yataklar…
Biliyor musun Hüseyin, annem fotoromanlarımı bulunca cinnet getirmiş, hepsini sobada yakmıştı. Birini yüklüğün altına sakladığım için kurtarmıştım. ‘Bu ahlaksızlıkları okuyup sen de bunlar gibi mi olacaksın?’ demişti. Attığı tokatın alevi hâlâ sol yanağımda. Tokattan daha çok ahlaksız olmaktan korkmuştum. Annem haklıydı. Nurlarda yatsın. Çok şükür arsız da olmadım, ahlaksız da. Aşk, sevgi dediğin nedir ki zaten? İnsan ne yaşıyorsa edebiyle içinde yaşasın. Öpüşmekmiş, sevişmekmiş bunları yaşamadık da ne oldu? Misler gibi kadın da oldum, ana da. Kocadım bile. Şükürler olsun evlatlarımı da pisliğe bulaştırmadan başlarını bağladım.
Yok yok, iyi adamdır Hüseyin. Bak bunca sene aç bırakmadı, açıkta koymadı. Sessizdir de. Ne düşünür, ne yaşar bilinmez ama seviyordur beni. İllaki seviyordur, insan karısını sevmez mi? Jason’a benzettiydim gençliğinde, şimdilerde saçları döküldü ama olsun. Hem Jason gibi elini belime dolamadıysa ne olmuş? Kalbim Tina’nınki gibi çarpmadıysa, bugün dolmuştaki kız gibi yüzüm gülmediyse, yanaklarım pembeleşmediyse ne olmuş? Aşk da neymiş, anca fotoromanlarda. Jason ne yakışıklıydı ama… Hele o Tina’yı bir öpmesi vardı ki.
Ah Jason, Ja-son…”
“Nuriyee, kız nerede kaldın? Anaa, düşmüş kadın. Tövbeler olsun, ne yapacağım şimdi? Sayıklıyor, ölmemiş şükür. Kolonya mı versem? Nuriye kolonya nerede? Kız Nuriyee. Jason mı? Ne diyorsun Nuriye? Jason kim lan!”
Onunla yeni yıla ilk kez birlikte gireceğiz. Canım karım. Evlendiğimize inanamıyorum. Sevgililik falan tamam da aynı çatı altında olmak bambaşka bir şey. Düşünüyorum da ne kadar güzel gelin olmuştu. Dalgalı saçlarının üstüne çiçeklerden bir taç takmıştı. Bizimkiler gelinliğini biraz dekolte bulmuşlardı ama neticede onun düğünüydü, karışmalarına izin vermedim. Annem biraz küsmüştü, annem hep küser zaten. […]
Devamını Oku1930 yılının sonları. Mustafa Kemal Atatürk, milletvekili ve bürokratlardan oluşan bir grupla dört ay sürecek bir yurt gezisine başlıyor. Gezi boyunca yanındakilerle sıkça sohbet ediyor, yeni kurulmuş bir devletin aydınlık yarınları için neler yapılabilir, onlarla birlikte düşünüyor. Her düşünce, her soru, her yanıt onun için altın değerinde. Yine bir gece, ufuk açıcı sohbetlere ev sahipliği […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku