Anjelika Akbar ile çok uzun yıllar önce tanıştığımda, Türkiye’ye henüz yeni gelmişti. Türkçesi çok iyi değildi ama anlamaya ve öğrenmeye çok hevesliydi. Bambaşka bir dünyası vardı, iyi niyetliydi. Küçük bir kız çocuğu gibi heyecanlıydı ve en önemlisi çok samimiydi. Art niyetsiz, olduğu gibi düşünen ve düşündüğünü tartıp aktaran, genç, hoş ve güzel bir kadındı. Onunla […]
Anjelika Akbar ile çok uzun yıllar önce tanıştığımda, Türkiye’ye henüz yeni gelmişti. Türkçesi çok iyi değildi ama anlamaya ve öğrenmeye çok hevesliydi. Bambaşka bir dünyası vardı, iyi niyetliydi. Küçük bir kız çocuğu gibi heyecanlıydı ve en önemlisi çok samimiydi. Art niyetsiz, olduğu gibi düşünen ve düşündüğünü tartıp aktaran, genç, hoş ve güzel bir kadındı. Onunla başlayan yolculuğumuz neredeyse 25 yıldır devam ediyor. Bugün vagonumdaki yol arkadaşım Anjelika Akbar. Cumhuriyet’imizin 100. kuruluş yıl dönümünde Cumhuriyet’e, Atatürk’e, ülkemize âşık, müzikle duygularını ifade eden şahane yol arkadaşımla yol alıyoruz. Bugün minik minik melodiler değil, kocaman kocaman marşlar dökülüyor dilimden. Cumhuriyet’in 100. Yıl Marşı henüz çok içime sinmedi, ona ıslıklı eşlik edemiyorum ama Dağ Başını Duman Almış, 10. Yıl Marşı ve İzmir Marşı sürekli çalıyor yüreğimizde ve kulaklarımızda. Başlayalım sohbet etmeye… Dünü, bugünü, yarını konuşmaya…
-Bu sene Cumhuriyet’imizin 100. yılı ve bu çok kıymetli bizler için. Biliyorum ki senin için de çok kıymetli. Repertuarında hepimizin sevdiği, söylerken ya da dinlerken yüreğimizin titrediği marşlarımız da var. Sen ne düşünüyorsun Cumhuriyet’imizin 100. yılıyla ilgili, marş dinamiği ile ilgili ne söylemek istersin?
Müzik formu olarak marşları severim. Her ne kadar marş bir askeri hareketin eşliği olarak ortaya çıkmış olsa da ayrı olarak müzik formu genellikle çok büyük bir coşku, enerji kaynağı; marşlar boşuna devletleri temsil eden müzikler haline gelmedi. Çünkü gerçekten insanlara hem kendilerinden eminlik duygusunu verir hem harekete geçirir, enerji verir ve onların olduklarından daha yüksek hedeflere doğru gitmesi için güç verir. Türkiye’de birçok mükemmel marş var ve onları çok seviyorum. Ben de bu ülkenin vatandaşı olarak bayramlarda coşkuyla o marşları söylüyor ve piyanoda bazılarını uyarlama yapıp çalıyorum
-Sevgili Anjelika, Türkiye’ye ilk geldiğin andan itibaren kendini bizler gibi Türk hissettin, Türk gibi davrandın ve Türk geleneklerine hızlıca uyum sağladın ama bu arada geldiğin toprakları da duygu olarak hiç terk etmedin. İki ayrı ülkenin vatandaşı olup da kendini iki yerede çok ait hissetmek nasıl?
Olsak da olmasak da sahip olduğumuz bir alan var. Gönül alanı diyebilirim ona. Bu alan, o kadar çok farklı sevgi türlerini ve objelerini aynı potada birleştirebilir ki… Dediğin gibi, evet, doğduğum ve büyüdüğüm yerleri çok seviyorum ve benim için orada olan şeyler çok kıymetli. Aynı zamanda ve aynı şekilde Türkiye’yi de çok sevdim ve Sovyetler Birliği dağılmadan önce buraya eski eşimle birlikte iş nedeniyle geldim. Daha sonra Sovyetler Birliği dağıldığında ailemizin birçok ferdi, Avrupa ve Amerika gibi birçok kıtaya dağıldı. Beni de uzun süre çağırdılar. Ben kendi isteğimle, Türkiye’yi çok sevdiğim ve Türkiye’yi ikinci evim olarak gördüğüm için bu tekliflere olumsuz yanıt verdim. Bu ne demek? Bu şu demek: Ben burayı gerçekten çok sevdim. Biz gönlümüze aynı zamanda çocuklarımızı da alabiliyoruz, sevdiğimiz kişileri de alabiliyoruz, anne babalarımız da alabiliyoruz. Hepsi farklı. Onlara karşı duyduğumuz sevgi türleri farklı ama hepsi çok kuvvetli ve hepsi aynı anda olabiliyor. Bu da bizim kalbimizin güzel bir özelliği.
Söz” benim için “ses” kadar önemli. Biliyorsun, iki buçuk yaşındayken artık notaları biliyordum, hem piyanodaki yerlerini hem yazılışlarını, isimlerini ve seslerini. Dört yaşındayken ise kendim okumayı öğrendim ve ilk kitabımı okudum. Adı “The Wizard of the Emerald City” idi ve bu kitaba göre de resimler çizdim ve müziklerini doğaçlama çalıyordum kitabı anlatmak için. Yani söz, ses ve görsellik her zaman yan yanaydı hayatımda. Daha 9-10 yaşındayken okuduğum edebiyat eserlerinin, eğer finalini kendimce yetersiz buluyor veya devamını istiyorsam, devamını kendim yazardım. On beş yaşındayken yoğun olarak şiirler yazmaya başladım. Şiirler on altı yaşımdayken yayımlanmaya başlamıştı edebiyat dergilerinde. Aynı zamanda birkaç senaryo yazdım ve sahneledim, hem oyuncu oldum orada hem yönetmen hem müzik yöneticisi. Zaten müziğin yanı sıra yönetmen ve oyuncu olmak istiyordum ve annemden gizli şekilde tiyatro bölümünün sınavlarına katılıp kazanmıştım. Annem son anda öğrendi ve bunu iptal ettirdi. Sonra SSCB’deyken evlendiğimde eski eşim ile birlikte uluslararası bir belgesel üzerine çalışıyorduk. O senaryo yazarı, ben bestecisiydim ve uzun müddet Hindistan’da kaldık. Orada uyku halindeyken bir şey görmüştüm, çok etkilendim ve ilk kitabımı yazdım “Uçan Köpek Baaşa”. Kitap önce Moskova’da yayımlandı, sonra tercüme ettim ve Türkiye’de çıktı. Felsefi masallar diyebilirim onun türüne. Hâlâ Kırmızı Kedi Kitabevi’nde satılmakta. Daha sonra İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “İçimdeki Türkiyem” kitabını yazdım. Sonra “Kafe Anjelika.” Daha sonra bir kitabı Rusçadan kendi isteğimle tercüme ettim “Doğunun Kozmik Efsaneleri” ve ayrıca “Her İnsan Bir Bestedir” kitabını yazdım. İkisi de Destek Yayınları’ndan çıktı. “Her İnsan Bir Bestedir” kitabında evreni oluşturan, her şeyi içinde barındıran SES’i anlatıyorum. O yaratıcı frekansın hayatımızın her alanında, atomlarımızdan başlayarak her yerde var olduğunu anlatıyorum ve insanların bu konudaki dikkatini ve farkındalığını bir nebze yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Müzik dediğimiz olgu da o SES’in bir yansımasıdır. Ve frekansların, olumlu ya da olumsuz, vücudumuza nasıl etki ettiklerini hem fizyolojik hem de manevi açıdan anlatıyorum. Bu konu çok önemli, hayati önem taşıyor ama insanlar çoğunlukta farkında değil ve kendilerine zarar verebiliyor
O albüm değişik bir çalışmaydı benim için. Projeyi yapmaya karar vermemden bir gün önce bana “Sen darbuka seslerini, Bach’ın eserleriyle birleştireceksin.” deselerdi ben kahkahalarla gülerdim, böyle bir şey imkansız ve böyle bir şeyi asla yapmam diye düşünürdüm. Ben, o projenin spontane bir şekilde doğduğunu çok anlattım. Sonra albümün kapağında “Bu bir müzik deneyi değil, bu çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirleriyle kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın istedim.” diye yazdım. Bu çalışma en çok Türkiye’de sosyolojik test gibi bir şey oldu. Bir yandan bu projenin konserlerine daha başka projelere gelmeyecek kadar kalabalık ve farklı kesimlerin kitlesi geldi. Erkan Oğur’un, Asena’nın, Akatay kardeşlerin, Mısırlı Ahmet, Ercan Irmak, Murat Gürol gibi birçok sanatçının sevenleri geldi. Enteresan bir şey oldu. Aslında müziğin özü bir olduğunu gösteren bir projeydi. Türkiye’de oryantal müziğe ve bu terminolojiye karşı bazı kesimlerin inanılmaz bir tepkisi olduğu için ben de olağanüstü bir tepkiyle karşılaştım. Halbuki ben yabancı bir ülkeden geldiğim için ve müzisyen olduğum için benim için oryantal dans bir dans türüydü, darbukalar benim için vurmalı çalgıydı ve bir besteci olarak böyle bir ülkede böyle bir harman yapma cesareti gösterdim ama hem coşkuyla hem tepkiyle karşılaşacağımı hiç düşünmedim. Ben bir müzisyen olarak yaklaştım ve bir atölye çalışması gibi düşündüm. Her farklı kültürden ve müzik türünden gelen insanlar bir araya gelip Bach müziğini nasıl çalar? Bach A L’orientale aslında Fransızca bir isim. Bach zamanında buralara gelmiş olsaydı müzikleri nasıl bir etkiyle karşılaşırdı ve ne tür şeyler ortaya çıkardı gibi bir hayaldi. Biz birlikte çalıştık evet. Türkiye’de bazı kesimlerden olumsuz anlamda inanılmaz tepkiler gelmesine rağmen Almanya’da klasik radyosunda bu albüm, her gün çalmıştı. Rusya’da ve Amerika’da dikkat çekmişti. Ben de müziğin birleştirici gücünü anlatmaya çalıştım. Nitekim konserlerde insanlar arasında bu kucaklaşma oldu. En önemlisi de buydu.
-Senin albümlerinin bir özelliği de şifa niteliğinde olması ve dünyada bunun onaylanması. Bize biraz bunu anlatsana canım? Müziğin şifalı olduğu yüzyıllardır bilinen bir şey ama senin yaptığın melodilerin, bestelerin dünyaca bu kategoride sayılması sana ne hissettiriyor? Sen beste yaparken bu duygu sana geçiyor mu? İnsanların müziğini dinleyerek şifalanması ne kadar kıymetli bir şeydir, bu bir nevi görev de veriyor mu sana?
Aslında antik zamanlardan beri müzik disiplini tıpta vardı. İbni Sina da buna çok önemli bir yer veriyor. Hatta İbni Sina’nın en önemli kitaplarından biri müzik terapisi ile ilgili. Yani müzik dediğim gibi frekanstır. Ben bu konuya “Her İnsan Bir Bestedir” kitabımda da çokça yer verdim. Ben müziklerimi, müzik terapisini hedefleyerek yapmıyorum. Çok sayıda müzikleri, çok farklı kulvardaki müziklerimi ve bestelerimi bu kategoride ele alıyorlar. Hatta uluslararası bazı kurumlar terapilerde kullanıyorlar. Türkiye’de de çok duydum. Terapi esnasında psikologlar kullanıyorlar, bazı gruplar kullanıyor. Bu nereden kaynaklanıyor? Esasında müzik ne zaman böyle bir niteliğe dönüşebilir? Ne zaman bestecinin kendisi dingin ve ahenkli ruh halinde o besteleri yapıyorsa… benim de hayatım boyunca emellerim ve emeklerim bu yönde. Mümkün olduğunca daha ahenkli insan olmak, hem kendisiyle hem çevresiyle, insanlarla bütünlük ve ahenk içinde olmak… Benim sıklıkla beste yaptığım sırada ruh halim böyle oluyor. Ve esasında insanlara böyle bir etkiyi yapan da bu diye düşünüyorum. Tabii ki bazı bestelerim var ki onları üzücü olaylar üzerine yaptım. Onlar hakkında aynı şey söylenemez. Üzücü olayları yansıtan müzikler şifa olamaz. İnsan o besteleri dinleyip yeniden o olayı yaşarken içinde toplanmış olan, normalde dışarıya çıkaramadığı duyguları, sıkışmış olan birtakım şeyleri, belki gözyaşı olarak akıtabilir. Belki başka türlü… Belki bu sayede rahatlayabilir. Bir konu daha var… Benim romantik ve yavaş olan müziklerimi bazı insanlar hüzünlü buluyor. Halbuki içimde, onları bestelerken hiçbir şekilde hüzün yok ve o hüznü bazı bestelerimde bulan insanların içinde demek ki hüzün bölümleri var. Ruhunda, kalbinde toplanmış üzüntüler var. İşte o müzik onların can teline dokunduğu zaman onların içinden o hüzün akmaya başlıyor ve onlar zannediyor ki müziğin verdiği hüzün. Halbuki değil. Çünkü ben çok aydınlık ve gülümseyerek besteledim o eserleri. Mesuliyet yüklüyor mu bana bu? Elbette. Fakat sadece bana değil. Sanat ve sanat ürünleri her zaman büyük bir mesuliyet duygusuyla yapılmalı. Sanatın asıl görevi; insanları bulundukları yerden alıp daha aydınlık, daha kendi içinde armonik, ahenkli ve dengeli hale getirmek. Yani olduklarından daha iyi bir insan yapmaktır. Sanatın yüce görevidir. Şu anda dünyada sanat adı altında insanlara doğrudan zarar veren şeyler bile var ve bunların hepsine sanat deniliyor. Onun için bana sanatçı denmesini tercih etmiyorum. Ya müzik insanı ya sanat insanı… Terimler ve anlamlar karıştırılmış oluyor. Bu mesuliyeti hissediyorum ve sadece yaptığım müziklerde değil, hayatımın her anında böyle yaşamaya çalışıyorum. Müzik yaparken kalbin iyi olur, beş dakika sonra bütün dünyaya kızmaya başlarsan, o zaman olmaz, iki yüzlülük olur ve bu bana hiç uymuyor. Ben hayatımın her anında mümkün olduğunca dengeli ve iyi olmaya çalışıyorum.
-Sen aynı zamanda iki erkek çocuğu yetiştirdin. İki şahane yol arkadaşın var senin. Biri Yürek biri Timur. Anne olmaktan bahseder misin?
Onlar gerçekten benim arkadaşlarım, ben çocukları bize verilmiş olan emanet olarak görüyorum. Onlar bizi seçmiş olan, burada bedenlenmek için bizim aracılığımızla buraya fiziki olarak gelmek için seçtikleri ruhlar. O ruhlara mümkün olduğunca bütün sevgimi, bilgimi, yaratıcılığımı, hassasiyetimi vermem gerekiyor ki onlar hayat yolunda daha az zorluk çeksin, daha hazırlıklı olsunlar ama aynı zamanda da ben, kendi tecrübelerim ve ruhumun özellikleriyle onlara ne kadar destek verebilirsem o kadar vermeye çalışıyorum. Bence annelik ve babalık budur. Doğru yolu açmak. Yani ben hiçbir zaman bencil bir anne değilim, olamam da. Hatta mesela diyorlar ya sen herhalde çok gurur duyuyorsun. Çocuklarıyla gurur duymanın ne olduğunu bilmiyorum çünkü biriyle gurur duymak ya da kendinle gurur duymak aslında bencilce bir şey. İşte onlar benim çocuklarım, işte onlar şunu bunu yaptı. Bende öyle bir şey yok. Gerçekten yok. Dediğim gibi hayat yolunda ben ne kadarını yapabiliyorsam yollarına destek vermek için, en iyi dost ne yapabiliyorsa, onu yapmaya çalışıyorum. Benim anneliğe ve çocuklarıma bakış açım bu.
-Piyano senin vazgeçilmezin, piyano senin olmazsa olmazın, piyanoyu bir insan gibi sevdiğini düşünüyorum. Ne kadar doğru bilmiyorum ama piyanoyla bağını, ilişkini, birbirinizi anlamanızı, kaç yaşından beri piyanonun başında olduğunu düşündüğünde piyano olmasaydı bu eksikliği nasıl giderebileceğini hiç hayal ettin mi?
Doğru söylüyorsun, piyano benim için ayrı bir varlık. Evet ayrı bir kişilik gibi bir şey ve dünyada kaç piyano varsa o kadar benim dostlarım var demek. Çünkü her bir piyanonun kendi karakteri var. Aynı markanın aynı serisinin bile piyanosu farklı. Bu anlamda haklısın ama daha fazlasını söyleyebilirim. Piyano, aynı zamanda benim bedenimin de devamı gibi. Benim uzuvlarımdan biri. Piyano dünyada olmasaydı ben bunu hayal edemiyorum. İyi ki var. Ama bana sorsaydın “Sen besteci ve piyanist olmasaydın ne olurdun?” diye… Eğer bu modern dünyada, buradaki şartlarda soruyorsan o zaman yönetmen ve oyuncu olurdum, hatta kameraman da olurdum. Belki de hepsini birlikte yapmayı isterdim, hâlâ da istiyorum diyebilirim. Vazgeçmiş de değilim. Beni her zaman cezbeden birçok disiplinin bir arada olmasıdır. Yani multidisipliner bir yaklaşım. Hayatımda her zaman var. Ben müziği sadece müzik olarak değil, ses, söz, görüntü, devinim olarak görüyorum. Her şey benim için müzik… Ve ben öyle projeleri yapıyorum genellikle ama olmasaydı buna en yakın olan, buna cevap veren sinema sanatı. Dolayısıyla o zaman yönetmen olurdum, oyuncu olurdum.
Kışa mı girdik, sonbahar mı devam ediyor, bilemiyorum. Fakat şu anda doğanın en sevdiğim hali var; Ağaçlar bütün yalınlığıyla çırılçıplak. Kırmızı, kahverengi sararmış yapraklar… Doğanın bu halini seviyorum; insana benzetiyorum, insanın orta yaşlılıktan yaşlılık dönemine geçişine benzetiyorum nedense. Bu güzel yolculukta bu kez konuğum Berna Laçin. Sevgili Berna’yı gazetecilik günlerimden tanıyorum, onunla defalarca röportaj yapmışlığım, […]
Devamını OkuBir varmış, hep varmış… Türkiye Cumhuriyeti denen bir ülke varmış. Zaman içinde tüm masallarda kahramanlar, ülkeler hep değişmiş ama değişmeyen tek şey bu ülke imiş. Hep varmış, hep varmış… Ne küresel ısınma ne otokrasi, ne oligarşi ne faşizm ne de kapitalizm, bu ülkenin sonunu getirebilirmiş. Amerika, Rusya, Çin, Avrupa Birliği’nin bütün üyeleri, tüm dünyanın öteki […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku