Bir tepeye doğru yürürken öncekilerle aynı büyüklükte bir adım attığınızda, birdenbire dünyanız değişiyor. O adım sayesinde, tepenin arkası görünmeye başlıyor. Önünüze yeni alanlar seriliyor, ovalar, göller, uzakta yeni tepeler beliriyor. Öncesinde biriken adımlar olmadan o dönüştürücü adım atılamıyor elbette, ama dönüşüm birdenbire gerçekleşiyor. Memleketimizdeki Cumhuriyet Devrimi de böyle gerçekleşti. Öncesindeki binlerce adım mutlaka gerekiyordu. Bir […]
Bir tepeye doğru yürürken öncekilerle aynı büyüklükte bir adım attığınızda, birdenbire dünyanız değişiyor. O adım sayesinde, tepenin arkası görünmeye başlıyor. Önünüze yeni alanlar seriliyor, ovalar, göller, uzakta yeni tepeler beliriyor. Öncesinde biriken adımlar olmadan o dönüştürücü adım atılamıyor elbette, ama dönüşüm birdenbire gerçekleşiyor.
Memleketimizdeki Cumhuriyet Devrimi de böyle gerçekleşti. Öncesindeki binlerce adım mutlaka gerekiyordu. Bir de, tam o anda, o toplumsal adıma önderlik edecek, doğru bir kişininvarlığı gerekiyordu. Gazi Kemal gerekiyordu.
DEVRİMCİ VE POLİTİKACI
Çocukluğundan cumhurbaşkanlığına kadar, Mustafa Kemal’in devrimci tavırlarını yansıtan birçok anekdot biliyoruz. Aynı şekilde, özellikle Kuvayımilliye örgütlenmesi aşamasından itibaren, kararlı bir politikacı olarak stratejiler uyguladığını da biliyoruz. Devrimcilik niteliği ile devlet yöneticiliği vasıflarını kişiliğinde bir arada yaşatması, onu dünya tarihinde benzeri pek görülmeyen bir lider haline getirdi.
Bu karşıt kişilik özelliklerinden ille de birinin daha baskın olması gerektiğini kabul ederek incelersek; Mustafa Kemal’in herhalde 1930’lara kadar olan dönemde devrimci bir kişilik olarak yaşadığını, ömrünün son 6-7 yılının ise devlet adamı tutumuyla geçtiğini söyleyebiliriz.
Örneğin, Latin harflerine geçmeyi ve toprak reformu gerçekleştirmeyi, aynı biçimde önemsiyordu. Latin harflerine geçilirken memleketteki her kamu kurumunda bütün yazışmaların, dokümanların, işlemlerin yeni harflere hazır hale getirilmesi için altı ay süre belirledi; toprak reformu konusunda öyle keskin kararlar vermedi. Peki, defalarca ortaya çıkmış dehasına rağmen, bunca önemsediği toprak reformu konusunda neden istediği sonucu elde edemedi? Çocukluğundan beri birçok kez devrimci tavır aldığı halde, toprak reformu konusunda neden uzun zamana yayılan bir politik strateji tercih etti?
Bu soruların yanıtı, kadro meselesiyle ilgili olsa gerek. Sonuçta Kurtuluş Savaşı da ülke yönetimi de ancak binlerce kişilik bir yönetici kadrosuyla birlikte yürütülebilirdi. Gazi Kemal’in kadrosu Cumhuriyet, laiklik, çağdaşlık gibi konulardaki köklü dönüşümler için uygundu. Ama toprak reformu gibi bazı iyileştirmeler için, kadrodaki toprak ağalarının konumu ve yöneticilerin çoğunun dünya görüşü uygun değildi. Dolayısıyla, Gazi Kemal bu alanda bir devrimciden çok, bir “idareci” gibi davranmak durumundaydı; idare etmek, biraz da hoşgörmekle, bazen de görmezden gelmekle, ertelemekle ilgili bir şeydi.
DEMOKRASİ ADIMI
Cumhuriyet Devrimi gerçekleştirilmişti ama Cumhuriyet’in demokratikleşme sorunu vardı. Demokrasi, devrimsel bir dönüşüm değil, evrimsel bir gelişme gerektiriyordu. Bir hanedanın iktidarını sonlandırıp yöneticiliğin babadan oğula geçmesini önlemek, demokrasiyi geliştirmeye yetmiyordu. Demokrasi, sadece seçilmiş yöneticiyle değil, ancak ve ancak özerk kurumlarla işleyebilirdi. Başta hukuk olmak üzere, emniyet, odalar, üniversiteler hükümetten bağımsız biçimde varlıklarını sürdürmeliydi. Gerekirse hükümete karşı da yaptırım uygulayabilmeliydi bu kurumlar. Karşıt düşünceler dile getirilebilmeli, hükümet denetlenebilmeliydi. Örneğin “Yol yaptım” diyen bir hükümete, “Kişisel kaynaklarınla yapmadın, hangi ihaleyi, hangi şirkete vererek, ülke kaynaklarını nasıl kullanarak yaptın?” diye sorulabilmeliydi.
Gazi Kemal, çok partili sisteme geçmeyi bu nedenle istiyordu. Sofrasındaki gibi bir demokrasi anlayışını yaygınlaştırmak gerekiyordu. Cumhuriyetçiliğe ve laikliğe karşı asla tavır almayacak, ama başta ekonomik sistem, yerel ve genel her türlü işleyişte farklı görüşleri savunacak, her türlü eleştiriyi dile getirecek, gerekirse CHF’ye karşı kararlı biçimde mücadele edecek bir muhalefet partisi kurulmalıydı.
Ne var ki, 1931’de kurulmasına bizzat öncülük ettiği SCF gibi, ölümünden sonra kurulan DP de, kurucuları ve yöneticileri çağdaş bir hayat yaşadığı halde, laiklik karşıtlarıyla ittifak yaparak politik mücadele yürüttüler. Çünkü toprak reformu gerçekleştirilemediği için bağımsız bir hayat yaşayamayan insanlar, memleketteki toprak ağalarının, aşiret ve tarikat liderlerinin kontrolünde kalmıştı. Ve kitlesel olarak oyları yönlendirebilen o liderlerin tercihi, toplumun dinselleşmesi yönündeydi. Kendileri ve ailesi için çoğunun tercihi çağdaş bir hayat olsa da, kitlelerin cahil kalması işlerine geliyordu.
Sonraki on yıllar boyunca ortaya çıkan merkez sağ partiler de Cumhuriyetçiliğe ve laikliğe aykırı görünmeden dinci gruplarla ittifak yapmanın en geçerli yolunu Menderes’ten öğrenmişlerdi: Dinci talepleri demokratik talep (kişisel özgürlük) görüntüsüne büründürmek. Aslında dinci gruplar, memleketteki seçmenlerin de sermayenin de oldukça küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Oy uğruna, bu kesimleri güçlendirecek tavizler verdiler.
TEPEDEN İNMECİLER!
Bu anlayışın meşrulaşmasında 1990’ların medyasının payı büyüktür. Ellerinde viskiler, üzerlerinde modalar, dillerinde özgürlükler… Peki, neyi savunuyorlardı; bilimselliğe aykırı hayatların kişisel tercih, bunları yaygınlaştırmak için mücadele etmenin özgürlük sayılmasını. Cumhuriyet’e yönelik en çok “tepeden inmecilik” eleştirisini dile getiriyorlardı. Doğrusu, “eleştirileri” kitlelere ezberletmek konusunda oldukça başarılı oldular.
Oysa başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet değerlerinin toplumsal birer nitelik haline geldiği, 2000’li yıllar boyunca birçok kez kanıtlandı. Çünkü bu memlekette topluma zorla benimsetilen herhangi bir cumhuriyet değeri yok. Ne laiklik ne çağdaşlık, hiçbiri, devletin desteklediği, toplumu yönlendirdiği değerler değil. Aksine, politik ortamın da medyanın da Cumhuriyet değerlerine karşı adeta savaş açtığı uzun yıllar yaşandı Türkiye’de. Yaşanıyor. Üstelik yasal veya toplumsal bir engel de çıkmıyor karşılarına. Eğitim’den Emniyet’e, medyadan, iş dünyasına, her alandaki mutlak egemenliğe öğrencileri kendi istedikleri gibi yetiştiremiyorlar, toplumu istedikleri gibi yönlendiremiyorlar
Açıktır ki, son on yıllarda kültürel hayata ve yaşam tarzına yönelik müdahaleler, tepeden inmeci niteliktedir. Ama hayal ettikleri köklü toplumsal dönüşümlere kalkışamıyorlar, çünkü toplumsal onay bulamıyorlar.
Cumhuriyetimiz artık 100 yaşında. Herhangi bir devlet gücüne gerek duymadan, bir halk değeri olarak varlığını sürdürüyor. Ve bizim, Cumhuriyet’i demokratikleştirme mücadelemiz sürüyor. Hem içinde bulunduğumuz koşullara hem de bu koşulların sorumlusu olan öncesindeki anlayışlara karşı…
Muhtaç olduğumuz kudret, düşüncelerimizin doğruluğuna ve güzelliğine duyduğumuz inançta mevcuttur.
İçimizde yeni bir umut gibidir, yılbaşını kutlama saadeti. Henüz büyümemiş olan en güzel çocuğun, henüz girmediğimiz en güzel denizin, henüz yaşamadığımız en güzel günlerin varlığını bilmenin bahtiyarlığıdır. Nazım okuru olmanın bilincidir. Yüzyıl gibi veya saat gibi zaman ifade eden terimleri, tabii ki insanlar uydurdu. Üretim ilişkilerinin gelişmesi ve hayat mücadelesinin karmaşıklaşması nedeniyle ihtiyaç duyuldu bunlara. […]
Devamını OkuAsaf, on bir gündür babasının gözlerini üzerinde hissediyordu. Aslında daha önce de bazen böyle olurdu. Okulda bir matematik problemini çabucak çözdüğünde, bunu gören babasının gurur duyduğunu hayal ederdi. Hele bu dönem okullar açıldığından beri, okulda babasının takdir edeceği başarılar elde etmeyi daha çok önemsiyordu. E, sekizinci sınıfın dersleri hiç kolay değildi. Futbol oynarken de kenardaki […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku