Cumhuriyet’imizin kurulduğu yıllar, dünyanın savaş sonrası kabuk değiştirdiği, Modernist akımların en güzide meyveleri verdiği, edebiyatın, müziğin, mimarinin, kısacası kültür tarihin köklerinin hantal, klasik saksısından çıkıp bambaşka ağaçlara dönüştüğü bir zamandı. Kanlı ve kansız devrimlerle, kadının yeri toplumda güçlenmeye başlamış, cephede yok olmuş birkaç kuşağın ekonomisini güden, fabrikalarda da, okullarda da çalışan ve eşitlik talep eden […]
Cumhuriyet’imizin kurulduğu yıllar, dünyanın savaş sonrası kabuk değiştirdiği, Modernist akımların en güzide meyveleri verdiği, edebiyatın, müziğin, mimarinin, kısacası kültür tarihin köklerinin hantal, klasik saksısından çıkıp bambaşka ağaçlara dönüştüğü bir zamandı. Kanlı ve kansız devrimlerle, kadının yeri toplumda güçlenmeye başlamış, cephede yok olmuş birkaç kuşağın ekonomisini güden, fabrikalarda da, okullarda da çalışan ve eşitlik talep eden kadınlar seslerini duyurmaya başlamıştı. Einstein’ın teoremleri caz
çağı çılgınlığıyla birleşince, felsefeciler fizikçilere dönünce zaman kavramı tıpkı yeni gelişen teknolojiler gibi hayatı ve ona bakışı hızlandırmıştı. Tüm bu sarsıcı değişiklikler sağanak bir tufan gibi dünyayı değiştirirken ihtiyar imparatorluklar birbiri ardından devrilmiş, yerlerine yeni felsefelerle bezenmiş ideolojiler yankılanmaya başlamıştı.
Yeni doğan Türkiye, işte böyle bir iklimde rotasını çizecek; kendini bu hıza ya kaptıracak ya kaptıracaktı. Zaten yüz yıllardır bilime, aydınlanma çağının tüm sistematik put kırıcılığına katılmadığı, matbaayı üç yüz yıl geriden getirdiği için egemenliğiyle beraber gücünü de yitirmişti. Son yüzyılın konusu bu olduğu için Jön Türkler daha beşiklerinde bu “kurtuluş sorunsalını” solumuş, II. Selim’den beri süre gelen Batı’ya ayak uydurma çabasını daha cesur, daha devrimci bir şekilde çözmek için kolları sıvamışlardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları böyle bir iklimde aldılar bu enkazı ve mirası. Tanzimatlara, meşrutiyetlere rağmen değişimin yeterince radikal ve korkusuzca yapılmadığını düşünüyorlardı. O yüzden de tam yüz yıl önce, Kurtuluşun Savaşı’nın bittiği günden itibaren ülkeyi kalkındırmak, bağımsız, hür, üretken bir memlekete çevirmek için dünyanın dört bir tarafından kıymetli akademisyenlerle çalışarak, danışarak, kendi aralarında paslaşarak yeni kültür politikalarını inşa ettiler. Bu politikalar, saray ve çevresine hizmet eden, bir sultanın opera ya da resim merakını hoş etmek için icra edilen işler değil; herkes için tasarlanmış, eğitim ve iktisat ideallerinin, aydınlanma projesinin bütüncül bir parçasıydı. O yüzden Mustafa Kemal’in tam da o yıllarda, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” sözünü telaffuz etmesi manidardır. Bu her zaman karikatürize edilerek basitleştirilen klasik Doğu/Batı arasında bir mücadele değildi. Tam tersine Doğu’dan da Batı’dan da beslenip kendi özgün, zengin kültürümüzün farkında olma, araştırıp sahip çıkıp dünyaya tanıtma utkusu vardı. Genellikle önce ekonomik devrimler gerçekleşir; ziraat, sanayi, tarım vb. politikalar konusunda kararlar alınıp ülkenin kaderi değiştirilir. Ama bizde önce kültür devrimleri gerçekleşmiş, daha sonra bu devrimleri sağlamak için ekonomik ve siyasi adımlar atılmıştır. Yani Cumhuriyet’in temellerinin kültür üzerine kurulması öngörülmüştür.
Böylece 1930’lara doğru, Medeni Kanun’dan alfabe değişikliğine, arkeolojiden tutun sosyolojiye, fenin ve bilimin her alanında devrimler gerçekleşmiş, on yıl geçmeden okuma yazma oranı dörde katlamıştır. Tüm bu radikal değişiklikler olurken pek çok devrimde olduğu gibi “eski” aslında tarihin çöplüğüne gönderilmemiştir. Tam tersine Anadolu coğrafyasının tüm kültürleriyle barışmış, Batı önünde komplekse kapılmadan onların araçlarıyla kendi yolumuzu çizmişiz. 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulduktan sonra ülkemizin kültür politikalarının ne yöne çevrileceği belli edilmiştir. 1923’ten 33’e kadar süregelen zaman diliminde geleceğimizin rengi; sanattan müzeciliğe, eğitimden bilime ülkemizin düşünsel temelleri atılmış, planlanmış ve pratiğe konmuştur. Bir yerde bir fabrika mı açılıyor, amaç salt o bölgenin ekonomisine katkı sağlamak, ülkenin finansal bağımsızlığını kazanmak değildir: O fabrika bir kültür kompleksi haline dönüşür. Mesela Sümerbank’ın pek çok fabrikası, tiyatrodan kreşe emektarların dünyaya bakışını etkileyecek şekilde, çocuklarının geleceği düşünülerek tasarlanmıştır. Bu devasa projelerde halk bir taraftan çalışacak ama bir taraftan kültürle tanışacaktı. Kültür dediğiniz nimet onları düşündürecek, daha yaratıcı kılacaktı.
II. Dünya Savaşına değin süren bu kültür politikaları sayesinde ülkemizin parlak öğrencileri, bir kıvılcım olarak dünyanın dört bir tarafında gönderilip ülkelerine bir meşale olarak döndüler ve devrimler döneminin baş rollerini kaptılar ki tüm imkansızlıklara ve savaş borçlarına rağmen, 1929 Buhranı’na rağmen o ilk on yılda gerçekleştirilmiş olanlar bugün mucize gibi geliyor bizlere. Bu mucizenin başında akla ehemmiyet verilmesi gelir. Bireysel, akılcı bir zihniyetle hangi sanata, bilime ya da zanaata yaklaşırsanız, bir süre sonra toplumsal bir bilincin, hümanist bir yaklaşımın da oluştuğunu görürsünüz. Nitekim…
Yüz yıl sonra geriye baktığımızda, eleştirilecek şeyler yok mu, tarihin doğası gereği, tabii ki vardır. Ama anakronistik davranmamak, zamanın ruhu içinde değerlendirmek de gerekir. Bununla beraber, ben geriye baktıkça, müteşekkir olmaktan başka bir duygu besleyemiyorum. Zira biliyorum ki atalarımız olmasa; Mustafa Kemal, Nezihe Muhiddin, Tunalı Hilmi, Hasan Âli Yücel gibi savaşçı, çalışkan insanımız olmasa ben de burada olmayacaktım, siz de.
21.yüzyılın en yaratıcı ve yıkıcı yazarlarından Osamu Dazai, intihar etmeden üç yıl evvel kaleme aldığı Pandora’nın Kutusu adlı otobiyografik eserinde, insanların umutla kandırıldığı gibi umutsuzlukla da kandırılabildiklerini hatırlatır. Umudumuzun cılız ışığını karartan, yaşama sevincimizi çalan, bize umut vaat edip bizi çıkmaz bir sokağa çıkaran, heyecanlı bir yükselişten sonra İkarusvari yere çakılmamızı sağlayan umutsuzluğun da umut […]
Devamını OkuKadın meselesi, Cumhuriyet’imizin ilk gününden itibaren gazetelerde, meydanlarda ve siyasette büyük kavgaların ve polemiklerin nedeniydi. Kadınlar, hukuk nezdinde eşitlik, eğitim, miras, seçme hakkı talep ederlerken devleti temsil edenlerin çoğu bu hakları vermek bir tarafa, şeriatı geri getirmek için yasa tasarıları bile öneriyordu. Neyse ki Mustafa Kemal, Tunalı Hilmi, Recep Peker ve İsmet İnönü gibi vekiller […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku