Ekimin son günleri yaklaştığında hemen hepimizin bildiği, muhakkak bir yerde gördüğü “Biz Cumhuriyeti Böyle Kazandık” yazan o meşhur fotoğraf aklıma gelir. O fotoğraf biz olmanın ne demek olduğunu anlatan eşsiz bir anın ölümsüzleşmesidir. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi fotoğrafın her karesinde görüyorsun. Kucağında top mermisiyle ve tuttuğu sancağı ile kadınlar, savaş sırasında kamyonla yarışan kağnılar, pantolonu […]
Ekimin son günleri yaklaştığında hemen hepimizin bildiği, muhakkak bir yerde gördüğü “Biz Cumhuriyeti Böyle Kazandık” yazan o meşhur fotoğraf aklıma gelir. O fotoğraf biz olmanın ne demek olduğunu anlatan eşsiz bir anın ölümsüzleşmesidir. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi fotoğrafın her karesinde görüyorsun. Kucağında top mermisiyle ve tuttuğu sancağı ile kadınlar, savaş sırasında kamyonla yarışan kağnılar, pantolonu yamalı köylümüz, hemen yanında takım elbiseli insanımız roman kahramanları gibi poz veriyorlar. Ve ne zaman fotoğrafı görsem hep aklıma ‘N’asıl?’ sorusu da peşi sıra düşer. Savaş rüzgârlarıyla savrulmuş kuru yapraklar gibi bir millet, nasıl olur da kök salıp yemyeşil bir ağaca dönüşür? Dallarını tutar, toprağını serinletir. Nasıl bir güneş ki yorgun ve düşsüz bir halka can verir?
Akşam güneşi ufukta veda ederken, cama yaslanıp şehrime baktığımda, bu şehrin geçtiği acıları bilmek elimde tuttuğum ıhlamur fincanını soğutmuştu. Kaç zaman oldu kim bilir, böyle cama yaslanmış dışarıya bakıp dalgınlaşmayalı. Güneşin kaybolmasına yakın soğumuş ıhlamurumdan bir yudum alarak yapmam gerekenleri hatırladığımda camın önünde geçen dakikaların kıymetini biraz daha anladım. Mutfağa fincanımı bırakmak için yürümeye başladığımda balkon sandalyemden gelen tıkırtıyla kafamı çevirdiğimde İlham Perisi’nin bana baktığını gördüm. Yanına doğru giderken biraz sitemkâr bir sesle “Rahatsız etmeyeyim dedim ama, epey oldu. Ne yapıyorsun camın önünde?” diye sordu. Gülümseyerek “Güneşi düşünüyordum Peri.” dedim. Şaşkınlıkla “Neden ki?” diye sordu. “Neden düşünmeyim, güneş her şeydir.” dedim. Beni anlamadığı zamanlar gözündeki boş bakışlar ve mimikleri her şeyden komik geliyor bana. Onu öyle görünce gülümseyerek yanına oturdum. “Güneş Peri, hayattır. Mucizedir, beklenti ve ertesi gündür. Hayaldir güneş, kazanımdır, sahip çıkılması gereken yegane kıymettir.” diye ekledim. Gözümün içine baktı “Sen bildiğimiz güneşten mi bahsediyorsun?” diye sordu. “Herkesin bilmesi gereken güneşten, anlaması gereken güneşten bahsediyorum.” diye cevap verdim. Ve onu daha fazla şapşallaştırmamak için devam ettim. “Cumhuriyet Peri, Cumhuriyet.” dedim. Yüzündeki gerginlik geçti, gözlerindeki boşluk doldu. “Ben de ne diyor bu kız, diyorum. Madem öyle seni güneşin doğuşuna götüreyim ne dersin?” diye sordu. Elimdeki fincanı masaya koydum ve perime sarılarak “Çok mutlu olurum.” dedim…
Gözlerimi açtığımda gökyüzünün mavisini gizleyen ağaçların altında, bir orman patikasında buldum kendimi. Perim yürümeye başlamadan “Ben önden gideyim. Sen de beni takip et, bastığın yere de dikkat et.” dedi ve yürümeye başladı. Birkaç dakika sonra bir köyün etrafında kurulmuş askeri çadırlar ve çarıklarıyla etrafta gezinen askerler görüldü. Perim karargâhı gördükten sonra adımlarını küçülttü ve benim koluma girerek yürümeye devam etti. Diğer çadırlardan boyca biraz daha büyük, önü tenteli, girişi açık bir çadıra doğru yavaş yavaş ilerledik. Çadırın içi göründüğünde masadaki evraka yoğunlaşmış; kepini masaya bırakmış, fakat yüzü tam seçilmeyen bir subay gördük. Birkaç adım daha attıktan sonra, yorgunluktan göz çukurlarına gömülmüş fakat yine mavi mavi ışıldayan gözleriyle, biraz çökmüş yanakları ve çıkık elmacık kemikleriyle o subayı görünce heyecandan ilham perimin ellerine sıkı sıkı sarıldım. Fısıldayan bir sesle “Bu o, bu o…” diye tekrarlamaya başladım. İlham Perisi “Gel, çadıra girip ne yaptığına bakalım.” diyerek yürümeye başladı. Subay keskin bakışlarını bize doğru çevirdi, ayağa kalktı ve çadırın dışına doğru yürümeye başladı. Ben telaşla “Bizi görebiliyor Peri.” dedim ve olduğum yerde çakılıp kaldım. Perim “Mümkün değil. Hadi gel.” diyerek koluma girip yürümeye devam etti. Tam çadırın önüne geldiğimizde subay yüzünü gökyüzüne doğru kaldırdı, gözlerini kıstı ve derin bir nefes çekti. O çadırın önünde durduğunda biz içeri girdik ve masaya doğru yürüdük. Masada Latin alfabesinin yer aldığı bir kâğıt ve yanında da bazı yazınsal çalışmalar vardı. Hemen üstte yer alan bir mektup zarfında “Yarbay Mustafa Kemal” yazıyordu. İlham Perisi heyecanla masayı göstererek “Bak! Bunlar yeni Türk alfabesinin çalışmaları.” diyerek kâğıtlara daha yakından bakarken ekledi “İyi ama 10 yıldan fazla bir zaman var bu harfleri kullanmamıza.” diyerek şaşırdı. Kafamı çadırın önünde duran Mustafa Kemal’e doğru çevirerek “O her şeyi öngörmüş Peri. Hiçbir şeyi o ana bırakmamış. Hep bir planı varmış. İyi ki varmış. Baksana Peri, Çanakkale’deyiz. Düşman yaklaşıyor ve o yıllar sonrasını planlıyor. Tesadüf değildir başarı. Düşünmüş, yolu bulmuş ve inanmış Peri.” diyerek tekrar perime döndüm. Perim yanıma geldi, elimden tuttu ve “Kapat gözlerini.” dedi.
Şehrin sesiyle açtım gözlerimi. İnsanların yüzünde engel olamadıkları korku, tüm bedenlerini ele geçirmişti. Kiminin yükü ağır, kavurucu güneşten bezmiş kağnıları çekiştiriyor, kimi şekilsiz taşların gayri nizami sıralandığı yolda tekeri çatlamış at arabasıyla kaçışıyor. Yanımızdan geçen bir grup insan, hararetli bir şekilde birbirlerini dinlemeden tartışırken içlerinden biri umutsuzca “Polatlı’dan top sesleri geliyor beyim. Siz hâlâ hürriyet dersiniz. Bitti bu iş!” diyerek çıkıştı. İçerisine düştüğümüz kaotik ortamda ilham perim “Haydi gel! Biz bu tarafa gideceğiz.” diyerek yürümeye başladı. Yolda yürürken iki farklı duyguyu görebiliyorduk. Umutsuzluk ve panikle şehirden çıkmak isteyenler ile “Ne olursa olsun burada bekleyeceğim.” diyenler sokaklardaydı. Biraz yürüdükten sonra eski taş bir yapının önünde durdu İlham Perisi. “İçeriye girmemiz lazım.” diyerek kapıdan içeri girdi ki eski ahşap parkelerin gıcırtısı binada top sesi gibi yankılandı. Sessizce ilerlemenin imkanı yoktu. Biraz sonra büyük bir alkış tufanı koptu. Hızlı adımlarla alkışların geldiği büyük salona doğru ilerledik. Salonun kapısı açıktı. İçeride onlarca kadın ve erkek pür dikkat kürsüye bakıyor, kiminin gözleri heyecandan ve mutluluktan dışarı fırlamış, kiminin gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Hemen kürsüye doğru baktığımda o, konuşmasına devam ediyordu.
“İşte biz, bu kongremizden sadece çizilmiş eski yollardan yürümenin şekli hakkında düşünceleri konuşmak değil, belki söylediğim şartları taşıyan yeni bir sanat ve beceri yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni nesli yürütmek için rehber olmak gibi kutsal bir hizmet bekliyoruz.”
Mustafa Kemal Paşa konuşurken dudak kıvrımlarımdaki titremeye hâkim olamadım. Kafesini delip uçmaya çalışan yüreğime engel olmakta zorlandım. İlham Perisi göz kapaklarımdan taştı taşacak yaşları silip “Ne oldu?” diye sordu. “Dışarıda neler oluyor gördük Peri. İnsanlar can telaşında, yurt telaşında. Ama o burada Maarif Kongresi’nde. İnanmışlığına, kararlılığına çırpınıyor kalbim. Dışarısı yangın yeri ve onun üzerinde ateşten gömlek. O ise eğitimin telaşında. Sonrasını düşünüyor. Bu akıllara durgunluk veren bir irade.” diye cevapladım. Mustafa Kemal Paşa kürsüden inmeden salondan dışarı çıktık perimle. Koluna girdim, şehre baktım ve yüzümü güneşe doğru çevirerek gözlerimi kapattım…
Ağaç yapraklarına şarkı söyleten rüzgâr yüzüme dokunduğunda açtım gözlerimi. Yarım ay şeklinde dizilmiş siviller, askerler, basın mensupları meydana konulmuş bir kara tahtaya bakıyorlardı. Kalabalığın olduğu yere doğru ilerlemeye başladık. İlham Perisi hızla yürürken “Peri! Şu merakın yüzünden çabuk yoruluyoruz. Biraz sakin mi olsan?” diyerek beni arkada bıraktığını hatırlattım. Gülümseyerek “Böyle zamanlara yetişmek lazım ama değil mi?” diyerek karşılık verdi. Kalabalığın en gerisinden ileride ne olduğunu görmek neredeyse mümkün değildi. Perim kalabalığa aldırış etmeden ilerlemek için gayret sarf ederken onu sakinleştirmenin ne kadar zor olduğunu tekrar hatırlattı bana. En ön safa geldiğimizde tahtada alfabenin bazı harflerinin büyük ve küçük örnekleri yazılı tahtayı gördük. Tahtanın bize göre sağında, elinde tebeşirle gururla ve heyecanla insanlara harfleri anlatıyordu Mustafa Kemal Atatürk. Hemen herkesin kasım ayı gediğinde zihninde oluşan bu fotoğraf anının içinde olmak ise bendeki zaman ve mekân kavramını yok etti. Kalabalık nefesini kesmiş onun ağzından çıkan her cümleyi hayranlıkla dinliyor, o ise öğrencisi olan milletine bir şeyler öğretebilmenin sevinciyle mavi gözlerini ışıldatıyordu. İlham Perisi “Bizim için birkaç dakika, ama bu zamana göre 13 sene geçti geçmedi, o çadırda kâğıda yazdığı harfleri bugün tahtaya yazıyor. Emsalsiz bir kararlılık değil mi?” diye sordu. Ben Paşa’nın gözlerinin içine bakıyordum o anda. Hani bu insanlar bir anlığına yok olsa, etrafındaki ciddi bakışlar çevirseler yönünü başka tarafa, gözlerinde saklanmış o çocuk çıkacak ortaya. Öyle heyecanlı, öyle mağrur bakıyordu kara tahtaya. Perime dönerek “Bugün sorsalar insanlara sizce en mutlu olduğu gün hangisiydi diye, kimi 30 Ağustos der, kimi İzmir Kordon’da denize baktığı anı söyler, kimi Savarona’nın güvertesine ilk çıktığı günü.. Herkes bir mutluluk yakıştırır ona. Denize girdiği, ata bindiği, meclisi kurduğu, başkomutan olduğu zamanlar gelir akıllara. Herkes ruhuna yakın bir mutluluk seçer onun için. Bana sorarsan Peri, o hep bir şeyler öğretirken mutlu oluyordu.” dedim. Bir süre daha izledik Paşa’yı. Sonra fotoğrafçı geldi, o fotoğrafı çekmek için hazırlık yapmaya başladı. Ben perime dönerek “Sonrasını herkes biliyor Peri. Artık dönelim.” dedim…
Ihlamur fincanım masanın üzerinde duruyordu. Güzel bir ekim akşamı tablosu olurdu gökyüzünün alacalı bu rengi. Keşke çizebilseydim…
İlham perimle yaptığımız gezide ne büyük savaş meydanında ordusunu kumanda eden Kemal Paşa’yı ne de kurucusu olduğu meclisin kürsüsünde giydiği frakla konuşan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü gördük. Henüz hiçbir şey belli değilken ileriye bakan, attığı her adımda kafasındaki cumhuriyeti taşıyan, heyecanla milletine anlatacağı gün için insanüstü bir çaba sarf eden Mustafa Kemal’i ziyaret ettik. O, 28 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edileceğini söyleyip 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan etti. Onu Sakarya boylarında, Kocatepe’nin ayazında, İzmir’in dumanlı Kordon’unda büyük bir komutan olarak da, kuruculuğunu yaptığı devletin iktidarında bir siyasetçi olarak da anımsayabiliriz. Oysa Mustafa Kemal, en çok başöğretmenliği ve “en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’le anımsanmalı. Onun cumhuriyeti sonsuzluğa atılan bir adım, öğretmenliği ise o sonsuzluğa ulaşmanın yolu…
Cumhuriyet’imizin yüzüncü yılı kutlu olsun.
Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]
Devamını OkuYağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku