Pera’da mavi-beyaz ekoseli duvarların çevirdiği küçük kafede saatlerce oturur, kafenin camlarından işgal altındaki bir ülkenin insanlarının gözlerine sızan esaretin hallerini didiklerdi çoğu zaman. İzlediği her insanın her eylemini kuyumcu titizliğiyle inceler, kaygılı soluk gözlerde yazıya dönüştürmek üzere bir fevkaladelikarardı. Ekseriya bulamazdı bu fevkaladeliği, Hindistan’da kaldığı vakitlerde de insanları çok gözlemlemişti, Türkler de Hintlilere benziyorlardı -sömürülmeyi kabul etmiş, cahil, üretmeyen Doğu insanı… Onları farklılaştıran şeyler yalnızca yaşam tarzları, kültürleriydi. Oysa o hep ilgi duyduğu Osmanlı toplumunun psikolojisini anlamak istiyordu ama Batı’nın karşısında dik durmayan, daha doğrusu duramayan Doğu toplumlarının ruh halleri neredeyse birbirinin aynıydı. Bunun örneklerini Ortadoğu’yu gezdiği zaman da görmüştü. Ortada bir farkın olmadığına inandığı zamanlarda bir muharrir histerisinin kuşatması altında çırpınır, dimağına düşecek ilham kırıntısının yolunu gözlerdi.
Mısır’dan yüzlerce sterlin verip aldığı papirüs kâğıtlarına kıyamadığı için rastgele bir cümleyle de başlayamazdı romanına. Mutlaka ilk satır efsunlu olmalıydı; tıpkı bu şehir, bu cadde ve bu kahve gibi… Bu şehri ışıldatan şey neydi peki ?
Pek garip bir diyardı burası, İsa’dan önce 657-658 yıllarında Megaris Kralı Byzas’ın kurduğu söylenilen bu şehir, Kalkedonyalıların, Romalıların ve birçok imparatorluğun eline geçmiş, en son Fatih’in ve dahi Osmanlıların olmuştu. Türklerin bir atasözü vardı “Bir güzeli bin kişi ister, bir kişi alır.” diye, bu söz İstanbul’un durumunu anlatmak için pekmünasipti.
Fatih, fetihe kadar meşhur Kostantinopolis olan bu şehrin adını Türkçeleştirmemiş aksine Kostantiniyye yani Kostantin’in şehri olarak kalmasını istemişti. Bu sahiplenme Kostantin’in şehri benimdir demekti belki de.
Ne olursa olsun Batılılar ezelden beri kendilerinin saydıkları bu şehirden vazgeçmemişler, her zaman zihinlerindeki coğrafyanın başkenti saymışlardı. Ve işte Osmanlı’nın son demlerini yaşamasını fırsat bilip saplantı haline getirdikleri bu nazlı şehre girmişlerdi, işgalci olarak.
Aklında İstanbul’un evrimi şekillenirken kahve fincanının dibinde kalan telvesine takıldı gözleri, falcılar bu kahverengi tortudageleceğin izlerini ararlardı, o ise geçmişin onlarca hatırasını bulmuştu o acı yumuşaklıkta.
Yedi yıl evvel saatlerce izlediği bu caddede sevdiği kadınla dolaştıkları günleri hatırlayıp iç çekti. Onu bu şehre, bu caddeye, bu kahvenin köşesindeki bu masaya bağlayan şey belki de yalnızca hatıralardı. Mütevazı olmayan bir hatıra, hatra düştüğü vakit tüm hatrı kuşatıp, kanatmaya yetiyordu. Bizans,Osmanlı, İstanbul bahaneydi sadece.
Başka şeyler düşünmeye çalıştı; bir cümle, tılsımlı bir cümle arıyordu romanına başlamak için. Kulaklarına çarpan Fransız şarkılarına meylederek…
Koltuğunun altından eksik etmediği Fransız gazetelerini bugün iki kez hatmetmiş olmasına rağmen bir kez daha göz attı, kestikçeuzayan geçmişin sarmaşıklarını yok etmekiçin pek muvaffak olamadı. Hesabı isteyip bumeşhur caddeyi arşınlamaya başladı.
Osmanlılar Cadde-i Kebir koymuşlardı adını bu caddenin, büyük cadde demekti. Kanuni ile en parlak devrini yaşarken bile bu çevre hep Avrupalıların etkisinde kalmıştı, eski meyhaneler, eğlence yerleri, hep buralardaydı. Avrupa’dan gelen seyyahlar bu çevrede zaman geçirir, hatta sur içinden Müslüman ahaliden bazı kimseler tebdil-i kıyafet yine buraya gelirlerdi.
Üç dört ay Cadde-i Kebir’i arşınlayarak geçirdi. O sıralar hem dünya hem de kaldığı şehrin gerçek sahibi olan toplumun siyasetinde de çok önemli gelişmeler olmuştu. İşgal güçleri peyder pey İstanbul’u terk ediyorlardı. Onları çiçeklerle karşılayan bazı aileler de telaşla kendilerini bir Avrupa ülkesine atıyorlardı. Türkler, Batılılarla yaptıkları savaşın galibi olmuşlardı. İstanbul’un her yeri Türk askerleri, Türk bayraklarıyla dolmuştu. Eylülün sonlarıydı, romanının büyük bir bölümünü bitirmişti. İşgal altında olan bir ülkenin insanlarının uyuşukluğunu, sessizliğini anlatan bir roman yazmaya karar vermişti. Bu romanın merkezi Osmanlı’dan kalan İstanbul’du. İstanbul’u Doğu toplumlarının cehaletini, uyuşukluğunu anlatmak için bir sembol olarak kullanmıştı. Her nekadar savaşı kazanan taraf Türkler olsa da bu durumun uzun sürmeyeceği kanısındaydı. Her zaman oturduğu kafede pek bir değişiklik yoktu, kahvesi hâlâ aynı sertlikte, kahvenin telvesi hâlâ aynı renkteydi. Koyu kahve…
Kaldığı otele girer girmez otelin sahibitelaşla yanına sokulup bozuk bir İngilizceyle hesabını kapatmasını istedi. Oteli başkasına satmış, İstanbul’u terk eden diğer aileler gibi Avrupa’nın herhangi bir ülkesine göç edeceğini söyledikten sonra, titreyen bir sesle “Türkler bizi kesecek bayım, aklınız varsa siz de hemen kaçın.” dedi. Romanını tamamlamak için biraz daha İstanbul’da kalmak istese de, nedeni bilinmez kötü bir his çöktü içine. Eşyalarını toparlamaya başladı, romanının taslağını itinayla valizime yerleştirirken yüzü gülüyordu. Pencerenin altına İstanbul’u gezerken çektiği fotoğrafları koymuştu, o fotoğrafları da valize yerleştirdi. Bir fotoğraf vardı ki çektiği tüm fotoğrafların özeti niteliğindeydi. Başlarında fesle onlarca çocuk poz vermişlerdi, bu sarı sakallı, purosu ağzından düşmeyen adama. Fotoğrafa uzun uzun baktı, bu kare İstanbul’du, poz veren çocukların her biri İstanbul’un bir yüzyılı gibiydi ve daha önce gittiği ülkelerdeki çocukların yüzünü gözlerinin önüne getirdiğinde bu yüzlerdeki kifayetsizliğin diğerlerinden farklı olduğunu düşündü. Fotoğrafı, diğerlerinden ayrı bir yere koydu. Küçük Ayasofya’nın denize nazır penceresinden İstanbul’u seyretti son kez. Purosunu yaktı…
Otelden ayrılırken yanında iki valiz vardı. Birine yazdığı yüzlerce sayfayı doldurmuştu. Elini valizin kumaşına götürüp, yazdıklarının sıcaklığını hissetti, tebessüm yayıldı sakallarından arta kalan yüzüne. Tünelden Karaköy’e geçip bir daha dönmemek üzere bu şehri terk ediyordu. İngiliz askerlerinin bağıra çağıra söyledikleri marşa benzeyen bir ses geldi kulaklarına Cadde-i Kebir’in başından. Sese doğru koşar adımlarla yürüdü, bir grup Türk askeri Cadde-i Kebir yazan tabelayı sökerken başka bir grup asker, marşa benzer bir şeyler söylüyorlardı. Yıllar önce İngiliz askerlerini karşılayan insanların ellerindeki kırmızı çiçeklerle aynı renk olan bir bayrak vardı insanların ellerinde. Marş bittikten sonra sökülen tabelanın yerine başka bir tabela yerleştirildi. Esmer, elmacık kemikleri belirgin bir asker dudakları arasına sıkıştırdığı çivileri sırayla çakıyordu. Duvarın bağrına giren çivilerden çıkan ses, aynı zamanda caddenin yeni ismiydi. Zorlukla okudu..
İstiklal Caddesi…
Hemen ceketinin cebinden çıkardığı lügatta istiklal kelimesinin manasına baktı.
Başını kaldırdığında tabelanın yanına bir de bayrak asılmıştı. Coşkuyla bağıran insanların yüzlerine baktı, daha önce hiç görmediği kadar parlak gözlerdi bunlar. Bu insanlar en büyük caddelerine “Özgürlük” anlamına gelen ‘İstiklal’ ismini uygun bulmuşlardı… Birkaç adım yürüyüp köşedeki kaldırıma koydu valizini, içinden çıkardığı bir tomar kâğıdı çöpe attı…
Tünel’e doğru yürüdü..
Tatlı bir koku… Vanilya mı? Tarçın mı? Yoksa toprak kokusu mu? Gecenin gelişini papatyaların boyun büküşlerinden anladım, o gün. Acıyan ellerimi alnıma sürdüm, üç defa. Usulca oluyordu her şey; pervaneler sessizce saplanıyorlardı, mumun yalazına. Kalbim, göğsüme belli etmeden inip kalkıyordu. Rüzgâr bile tüm azgınlığına rağmen nazikçe aralıyordu pencereleri. Yatağımdan indim. Kapılardan geçip avluya çıktım. Köprünün […]
Devamını Oku-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]
Devamını OkuRutin olan her şeyden kaçar gibi yaşadıktan onca yıl sonra, bir akşam geliverdi osoru: “Çocuk yapalım mı?”Şimdiye değin hiç düşünmeden bir başlarınayaşamışlar, geleceklerini de buna görebiçimlendirmişlerdi. Sinem biraz daha kariyerodaklı yaşasa da, İlhan açık açık sorumluluktankaçmıştı. Şimdi durduk yere, hay Allah!Heyecandan mı kalbi çarpıyordu yoksahemen yanıt vermeliyim telaşı mı anlamlandıramasa da, içindeki ses çoktan “Evet!” […]
Devamını Oku