Başlığı en sevdiğim yazarlardan olan Alessandro Baricco’nun bir kitabının adından aldım. Orijinal ismi Questa Storia olan eser Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Devrimi’nin tesirini arkasına alarak insanın hayatında yarım kalmış, hep yarım kalması muhtemel anılara, maceralara, duygulara ve ilişkilere odaklanır. Kitaba verilen Türkçe ismi çok severim. Kişisel yaşamımdan ziyade ülkemle ilgili hüzünlendirenbir yanı vardır benim […]
Başlığı en sevdiğim yazarlardan olan Alessandro Baricco’nun bir kitabının adından aldım. Orijinal ismi Questa Storia olan eser Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Devrimi’nin tesirini arkasına alarak insanın hayatında yarım kalmış, hep yarım kalması muhtemel anılara, maceralara, duygulara ve ilişkilere odaklanır.
Kitaba verilen Türkçe ismi çok severim. Kişisel yaşamımdan ziyade ülkemle ilgili hüzünlendirenbir yanı vardır benim için. Ülkem bilhassa son senelerde bana yarım kalmış bir hayal gibi görünür, acı verir. Her 29 Ekim’de, altında Murat Paşa Hamamı’nın cehennemliğini barındıran, Aksaray Meydanı’ndan başlayıp Topkapı’yakadar uzanan, bir ucuna Valide Sultan Camii’ni diğer ucuna Topkapı Surları’nı almış Vatan Caddesi’nin kaldırımında heyecanla bekleyen çocukluğumun umutları silikleşmektedir. Gerçek yaşamın sıradan ürünlerinden olan “yarım kalmışlıklarımızın” belirleyicisi varoluşumuz ve tamamlanmamış bireyselliğimiz olduğu kadar, aynı oranda -belki daha büyük kuvvetle- içinde yaşadığımız toplum ve devletle olan ilişkimiz değil midir?
İnsanı doğası gereği politik bir hayvan olarak gören Aristoteles’ten insanın doğasını kaybederek siyasallaştığını iddia eden Étienne De La Boétie’ye kadar pek çok düşünür “insan – devlet” ilişkisini araştırmış; her birinde doğrular ve yanlışlar bulabileceğimiz, tartışma zemini yaratan, hakikatin distopyasında zihnimize parlaklık veren fikirler ortaya koymuştur. Bunlar arasında Nicolas Machiavelli’nin görüşü, içinde yaşadığımız, sarsıcı olduğu denli pasifleştirici ve konformizmi önceleyen toplumsal yapıyı açıklar niteliktedir. Machiavelli’ye göre insan olumsuz özelliklerle donanmıştır ve ancak güçlü bir devletin himayesinde mutluluğu bulabilir. Hakikaten de ilerleme konusunda başarısız olduğunu defalarca kanıtlamış insan, himayesi altında olduğu devletin güçlü olduğu fikrine adeta tapınır.
Peki nedir güçlü devlet? Sırtını silahlara dayayıp kafa tutan bir devlet midir? Yoksa eşitlik, özgürlük ve adalet üçgeninde halkını her türlü refah içinde yaşatan mıdır? Yazık ki ikincisini seçenler günümüzde en hafif tabirle “saf insan” kategorisine sevk ediliyor.
Deforme edilmiş bir geçmiş anlatısının ve bu anlatıyla ortaya çıkan anlaşılması güç kuvvetli bir çekimin kara delik misali geleceği nasıl yuttuğunun yakın şahitleriyiz. Oysa siyaset tamamen gelecekle ilgili olmalı. Biraz hayalci, hatta biraz şiirsel olmasında sakınca görülmeden. Örneğin Kant’a göre de “Gelecek nesilleri devamlı olarak ilerleme sağlayacak şekilde etkilemek doğuştan gelen bir görevdir.” Bu görev şimdiki zamanın açgözlü temasında, kısa vadeli tamahkâr politikalarla terk edilmiştir.
Siyaset hususunda akıl yürütenler ve bizzat sistemin kendisi, insan denen varlığın bilgi biriktirip onu en iyi şekilde kullanarak git gide daha rasyonel bir hale doğru geliştiğini varsayar. Bu varsayımın çöküşünü hemen her gün irili ufaklı kimi örneklerle görüyor, kötülüğün güçlü ısrarının muvaffak olabileceğini hâlâ tecrübe ediyoruz. Savaş ve insan eliyle üretilen vahşetse bunun en üst noktası. Bir önceki yüzyıl yıkıcı ve yok edici, korkunç olaylarla geçti. Bir yanda barış fikrini benimseyen, şeytani kötülükle mücadele edenler de vardı. Onlar barışa ve mutlak özgürlüğe inanan insanlardı. Cumhuriyet’in, diğerlerinin mutluluğu için didinen ve erdemini koruyan değerli yarısının mesuliyetini üstlerine almışlardı.
Her şey başka türlü olabilir, dolayısıyla farklı bir gelecek yaratılabilirdi.
Cumhuriyet adını verdiğimiz yönetim biçimi teoride halkın haklarına ve refahına dayalı bir sistem yaratma düşüncesine sahip oluşuyla kıymetlidir. Halkın bilinçli katılımıysa gelişmiş bir toplum yaratmak için kritik önemdedir. Bu yönüyle cumhuriyet, bünyesinde tahmin edilemez miktarda olasılık barındırırken kişinin parçası olduğu topluluktan bağımsız kendi duruşunu sorgulamakta zorlandığı bir biçime evrilmesi riskini de taşır.
Her ne olursa olsun kişi, toplum ve devlet iyi bir yaşam için bağımsızlık ve adaletin elzem olduğu fikrinden uzaklaşmamalı. Netice itibarıyla kişilerin özgürlüğü yine kişiler arası sağlıklı ilişki kurulabilmesinin bir sonucu. Bazı insanların diğerlerinden daha üstün olduğu fikrinin önüne geçecek bir cumhuriyet yönetimi de ancak toplumu oluşturan her bir bireyin özgürlüğünden geçer.
Baskı altındaki kişi ve toplumlar, nefret girdabına düşmekten ve sonsuza dek sürecek güvenli bir liman arayışına sürüklenmekten kurtulamaz.
“Bana kurallardan bahsetme canım. Nerede olursam olayım kahrolası kuralları ben koyarım.” Sarsıcı kişiliği ve izleyeni kışkırtmaya varan sıra dışı performans tarzı sorulduğunda “La Divina” olarak anılan Maria Callas böyle cevap vermişti. Kurallar sıkıcıdır. İster başkaları koysun ve uymanızı beklesin, ister siz kendi kurallarınızı kendiniz koyun. Öte yandan onlarsız yaşamı idame ettirmek de imkânsız olurdu. Zorlu […]
Devamını OkuOrion’a inat su üstünde yürüyorum. Yeknesak, alabildiğine mavi bir kütle benimle savaşmaya can atıyor. Kaçıyorum. Ortak olmadığım suçların cezasını çekmeyeceğim. Kuşların kanatlarına, balıkların yüzgeçlerine, kelebeklerin hafifliğine içim gidiyor. Huyumdur, kalbim hep bende olmayanın peşine takılır durur. Bir boynu büküklük taşıyorum eskiden kalma. İşte bu yüzden müsamahakârım kendime. Susuyorum. Sonbahar geldi, geçiyor. Kibirli, bir o kadar […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku