Cesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN […]
Cesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN UZUN OLSUN NERMİN HOCA… ken 90’ını çoktan geçmiş Nermin Hanım yine kitaplarının arasındaydı, yine araştırmalarına gömülüydü! Belli ki gücünü geçmişinden, yaşama sevincini üretkenliğinden alan bir eğitim sevdalısı…
O halde gelin hikâyemize çok geçmiş yıllardan başlayalım…
Gazetecinin adı, Nermin Abadan’dı. 1948 yılının bahar ayında Ankara’da bir evde, minik, üç yaşındaki bir piyanistin annesiyle röportaj yapıyordu. Röportajın konusu da tabii ki “harika piyanist” İdil’di. Abadan’ın isteği üzerine nazlanmadan ve minderlere tırmanarak tuşlara basmaya başladı üç yaşındaki İdil… İdil’e, “Ne çalacaksın?” diye sorulunca, çocuk diliyle yanıtladı: Biah
Evet… Dili henüz Bach’a dönmüyordu çünkü. Ve Bach melodileri minik parmaklarından harika çıkıyordu gerçekten de… Keyifle evden ayrılan Abadan, Ulus gazetesinde, İdil ve yaşıtındaki diğer yetenekli çocuklar için etkili haberler yapmaya başladı.
Bu çocuklar eğitim almalıydı çünkü. Zaten “Harika Çocuklar Yasası”na dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve kimi müzik adamları da gönül vermişti. Pek çok muhalif, yasaya karşı duruyordu ama sonunda Nermin Abadan’ın “kampanya haberleri”, İnönü’nün de etkili isteği derken, yasa çıktı; Harika çocuklar İdil Biret ve Suna Kan’a burs verildi, yurtdışına gönderildiler. Yıllar sonra da o harika çocuklar, harika birer müzisyen olarak döndüler ve hep öyle kaldılar. Harika kadınlar harika sanatçılar olarak yaşamlarına devam ediyorlar… Peki, Abadan’daki bu heyecan neydi, onun çocukluğu nasıldı ki? Evet, hikâyesi tabii ki çok ilginçti. Hem de çok uluslu!..
Babası İzmirli tüccar Mustafa Süleymanoviç, iş için gittiği Çekoslovakya’da genç bir kadınla tanıştı: Macar Barones Elfriede Karwinsky. Bir bakışta birbirlerine vurulmuş, evlenip Viyana’ya yerleşmişlerdi. Bir süre sonra doğan kızlarına Nermin adını verdiler. Mürebbiyelerce büyütülen Nermin’in babası, iş gereği hep uzaklardaydı; aristokrat annesiyse bir mesafe koyacaktı kızıyla arasına. Nermin, okul çağına geldiğinde İstanbul’a taşındı aile. Okulu, Notre Dame De Sion’du; yatılıydı Nermin. Ve hep bir aile hasreti çekecekti.
Hayat işte, tam okula alışmıştı ki, işleri ters giden ve servetini kaybeden babanın intihar haberi geldi. Annesiyle birlikte ve henüz Türkçe öğrenemeden Avrupa’ya dönüp, Budapeşte’ye yerleşen Nermin, kendisini yoksulluğun ortasında buldu. Babasından geriye kalan ne varsa hepsini satan, eline geçen bütün parayı bir gecede kumarda kaybeden annesiyle bir pansiyona yerleşti. Alman bir öğretmenin eline bırakıldı. Hazin bir çocukluk dönemi geçiriyordu Nermin… Buna karşın 14 yaşına geldiğinde tam dört dil biliyordu. Eline geçen gazetelerde Türkiye ile ilgili haberleri okuyor, babasının ülkesinde neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordu. Ama sevgiyi hissetmeden yaşayıp durmak ona çok koyuyordu. Bir yandan da okula gitmesi engelleniyordu. Dayanamayıp bir gün Macaristan’ın Türkiye büyükelçisinin karşısına çıktı. Fransızca kendini tanıttı; “Türkiye’de okumak istiyorum.” dedi… “Babam Türk!” diyordu. O günlere dair şunları anlatacaktı…
“Yukarıya gittim, karşımdaki büyükelçi sonradan öğrendim, Behiç Erkin. Çok kısa anlattım; ben okula devam etmek istiyorum, bana bir yol gösterir misiniz? Kolay dedi, siz küçük bir resim getirin ve salı günü gelin, dedi. Söylediği gün Cuma, Kasım 1936’ydı. Döndüm. Anneme dedim ki ben Türkiye’ye gidiyorum. Ne, nasıl gidersin? Çünkü ben ondan gizli gitmiştim. Sonunda onu ve ablamı ikna ettim ve salı günü gittim. Salı günü bana bir üçüncü mevki bilet, bir vagon restoranda yemek yemek için kupon verildi ve bir de İstanbul polis müdürüne bir mektup, beni İzmir’e yollasın diye. Ve ben 5 Kasım 1936’dabindim. Annemi bir daha hayatta görmedim. Annem daha sonra, Ruslar geldiği zaman ölmüş. Ablamı da 20 sene sonra Ankara’ya getirme imkânı oldu. Nihayet trenle İstanbul’a geldik. İstanbul’da polis müdürü de Fransızca biliyor. Dedi ki bana; bir polisle sizi vapura göndereyim, kaptana çıkarsınız. Köprüden geçiyorum, deniz güzel, martılar güzel, benim keyfim yerine geldi. O zaman Kadıköy iskelesinden gemi kalkıyordu. Kaptana gittim, kaptan dedi ki size kabin veremem ama yemek için soframa gelin, salonda kalırsınız. Ve ertesi sabah bir uyanıyorum ki, İzmir Körfezi. Hiç görmemişim, o kadar muhteşem bir şey ki. Ben çok seviniyorum. Bir arabaya bindim. Büyükelçi bana birazcık Türk parası verdi, arabacıya verecek kadar para. Atatürk’ün kaldığı konağın iki ötede oturuyormuş amcam, 1. Kordon 225. Kapıyı çaldım. Bir genç kız indi, dedi ki ben Perizat, dedim ki ben Nermin. O da biraz Fransızca biliyor. Yukarıya götürdü beni amcamın karısına. Biraz konuştuk sonra amcam geldi, ondan sonra kıyamet koptu. Çünkü yengem amcamın emrivaki yaptığını zannetmiş, bir çocuk daha getirmiş. Sonra işte bir akrabadan bir akrabaya, çok zor geçti.”
Evet böylesine zorlu bir hayat ve yolculuklar sonra İzmir… Film tadında ilerleyen yıllar… Deyim yerindeyse gençliğinin baharındaki Nermin, İzmir’de Almanca ders veriyor, kazandıklarıyla da Türkçe ders alıyordu. Ve sonunda İzmir’de liseyi bitirdi.
İzmir Fuarı’nda tercümanlık, derken İstanbul Hukuk’ta öğrenciydi artık.
İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı, hocası Yavuz Abadan’ı sevdi, hem de çok sevdi. Mezun olduğunda avukatlık cübbesini giymeden, daktilonun başına oturdu. Önce İstanbul’da bir gazeteye yazdı, ardından Ulus gazetesinden aldığı davete uyup Ankara’ya taşındı. Üstelik sevdiği adam da Ankara’daydı ve milletvekiliydi. Öğretim üyesi Yavuz Abadan’la öğrencisi Nermin evlendiler. Sonra akademik kariyer yapacaktı. Mülkiye’de profesörlüğe kadar yükseldi. Çokça öğrenci yetiştirecek, çokça öğrenciyi hayatın zirve noktalarına taşıyacaktı. Aradan yıllar geçti. Cumhuriyet’in 75. yıl törenleriydi. Kamuoyu anketi düzenlenmiş, Cumhuriyet’in 75 başarılı kadını seçilmişti. O 75 kadın arasında Nermin Abadan Unat, İdil Biret ve Suna Kan, ilk sıralarda yer almıştı… Abadan, o gün bir kez daha iç sesiyle şunları söyleyecekti; “Çocukluğum çocukluğunuza armağan olsun!”
Macera dolu bir hayat, mucizevi dönüşüm, hemcinslerine yol açan ilham periliği derken, yaşamından ve konumundan mutluydu Nermin Hoca. Tabii bu arada büyük sevda yaşadığı eşi Yavuz Abadan’ın vefatıyla ciddi bir üzüntü dönemi geçirecekti… Hayatının anlamlarından biriydi Yavuz Bey ve Nermin Hanım çok sarsılmıştı. Bir süre sonra yeniden araştırmalara verdi kendisini… Hem ulusal hem evrensel hem Türkçe hem yabancı dillerde eserler vermeye son hızla devam etti. Kitaplar dolusu bir koca evde ülkeye ve dünyaya kitaplar armağan etmeye devam etti. Ve ediyor hâlâ…
Kimi zaman mikrofon ya da kameralara, kimi zaman da sayfalara kaydolmuş sözlerine baktığımızda… Nasıl bir bilge kadın olduğunu kolaylıkla görürüz Nermin Abadan Unat’ın… “Ben kendi hayatımı seçtim ve hiç geriye bakmadan yürüdüm.” “Tek düşüncemiz şuydu: Bu ülkeye nasıl faydalı olacağız?” “Şimdi kadın denince akla anne geliyor. Aile içine hapsediyorsunuz. Kadının hakları ailenin dışında da var. Ben bu ülkede Aile Bakanlığı değil Eşitlik Bakanlığı görmek istiyorum.” “Yaşın bir önemi yok, vız gelir, tırıs gider. En çok korktuğum şey okuyamamak…” “Ben hep siyasi partiler, siyaset sosyolojisiyle uğraştım. Bu arada şunu da söyleyeyim: kadın meselesiyle oldum olası meşgul oldum. Çünkü kamusal alanda çok az kadın var. Ben Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giren ilk kadın asistanım, ilk kadın doçentim, ilk kadın profesörüyüm. Beni hayatta tutan hocalıktır, başka bir şey öğrenmedim hayatımda. Bir de yeniyi öğrenmek…” “Şimdi hep bana diyorlar ki, sen niye hep bu kadar öğrencilerle uğraşıyorsun, hep onu soruyorlar. Ben diyorum ki, çok yalnız bir çocukluk geçirdim. Eşime çok âşıktım, çok seviyordum, benden yaşlıydı, 21 sene beraber yaşayabildik, ondan sonra kaybettim. Sevecek ne kalıyor, işte öğrenciler. Onları seviyorum.”
Biz de seni çok sevdik Nermin Hoca… Macera dolu ömrün uzun olsun… Yazdıkların kuşaktan kuşağa okunsun… Hayatın hayatlara armağan olsun…
Aralık 1931’de doğdu Zeki Müren. Yaşasaydı şimdi 92 yaşında olacaktı ama 1996 Eylül’ünde göçüp gitti bu dünyadan. Yaşasaydı geçen yıllara bakıp çok şaşırırdı galiba. Damarlarına kadar hissederek kucakladığı ve erken bıraktığı sahne dünyasında kurallar da kuralsızlık da ona fazlasıyla garip gelecekti. Şah ile şahbazın, at izi ile it izinin, ses ile şovun birbirine karıştığı bir […]
Devamını OkuCesur hayatları, mucizelerden gelip geçmiş kadınları, bıkmadan usanmadan anlatmalı… Her fırsatta, her defasında… İşte, Nermin Abadan Unat… Cesur bir kadın, macera ve mucizelerle dolu bir ömür sürdüren abide, efsane bir akademisyen. Gazetecilik de yapar hocalık da, araştırmalara da boğulur ve memleket hikâyelerine de, yani ülkemizin tarihine de hâkimdir. Bu satırlar kaleme alınır MACERA DOLU ÖMRÜN […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku