Bilge ÇOLAK
Tüm Yazıları
Kırmızı Boyalı Ev
Ana Sayfa Tüm Yazılar Kırmızı Boyalı Ev

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti kimi de meyve sebze yetiştirmeye meraklı olmalıydı ki küçük bahçesinde domates, salatalık yetiştiriyordu.

Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyormuşçasına mahalleyi dikkatlice incelerken ayağına gelen top, irkilmesine sebep oldu. Biraz uzağındaki küçük çocuklar, elleriyle topu işaret ediyorlardı. Ayağının dibindeki topa hafif bir vuruşu, çocuklara ulaşmasını sağladı. Çocuklar bağırarak, bir ağızdan teşekkür edip bir an önce oyunlarına devam ettiler. Heyecanları, sevinçleri o kadar saftı ki… Bunları düşünürken yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı.

Bir korna sesiyle irkildi. Korkusu, zaten iri olan kapkara gözlerini sonuna kadar açmasından anlaşılıyordu. Ne yapacağını, elini kolunu nereye koyacağını bilememişti o endişeyle. İki elini, ani frenle duran arabadan kendini korumak istercesine yüzüne kapatmıştı. Parmaklarını aralayıp aradan baktı önce. Kırmızı arabadan, lacivert takım elbisesiyle bir hayli ciddi bir adam öfkeli bir şekilde, hızlı ve derin nefesler alıp vererek indi. Adamı baştan aşağı süzüyordu. Burası için biraz fazla şık giyinmiş sanki, diye aklından geçirirken adam çoktan yanına gelmişti, “Hanımefendi, yürürken önünüze bakmanız sizin için daha faydalı olacaktır. Ben dikkatli bir sürücü olmasam size çarpabilirdim!” Karşısındakinin öfke dolu sözlerini duymamış gibiydi, hâlâ dikkatlice her bir hareketini takip ediyordu.

“Hanımefendi, size söylüyorum! Bu dalgınlıkla başınıza bir iş gelmemiş olması büyük bir mucize!”


“Ah, kusura bakmayın beyefendi… Bu aralar hiç kendimde değilim, buraya da bu halime çare olacak şeyi bulmak için geldim aslında. Kusura bakmayın, lütfen…”


“İyi de hanımefendi, bundan bana ne! Siz bir yaya olarak, özellikle böyle dar bir sokakta, çok dikkatli olmalısınız. Kimse bilemez sizin içinizde yaşadıklarınızı.”


“Beyefendi, haklı olduğunuzu kabul ediyorum zaten. Daha dikkatli olmalıyım, evet. Ama bu, si zin bu kadar kaba olmanızı gerektirmez. Özrümü de diledim!”

“Bakın, sizinle tartışacak zamanım hiç yok! En haklı sizsiniz en kibar da!”

“Ya siz insanlıktan anlamıyorsunuz cidden, yarım saattir kendimi açıklamaya çalışıyorum ben de!”

Adam, eliyle yolu gösterdi, “Buyurun hanımefendi, yol sizin!”

Ne kadar ukala, diye düşündü. Daha fazla muhatap olmayacaktı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapatıp sakinleşmek için bekledi. Yok, olmadı. Arabanın arkasından bağırdı, “Senin gibi ukalasını da hayatımda görmemiştim!” Bu söylediklerini duymamıştı bile belki de… Ama içinde kalmamıştı, bu rahatlıkla asıl meselesine geri döndü. Elin deki kâğıtta yazılanları tekrar inceledi, o kadar çok yürümüştü ki… Artık en azından yakınlarda olmalıydı aradığı yer.

Karşıdan, yaptıkları sabah yürüyüşlerini bir rutine dönüştürdükleri her hallerinden belli olan bir çift geliyordu. Önlerine geçip elindekini onlara doğru uzattı. Sporlarının bu şekilde bölünmüş olmasına öfkelenmişe benziyorlardı. Adam olduğu yerde hareket etmeye devam ediyordu, arada bir de “Bu kadın da nereden çıktı şimdi, yürüyüşün ortasında?” der gibi küçük, memnu niyetsiz bakışlar atıyordu. Kadın, yüzüne zorla da olsa bir tebessüm kondurmaya çalışarak kendi sine uzatılan not kâğıdına karalananları okudu. “Gelmişsiniz hanımefendi, aradığınız yerdesiniz.” diyerek hemen yanındaki kırmızı boyalı müstakil evi gösterdi. Kalp atışının giderek hızlandığının farkına varmıştı, bu ev… Aradığı evi bulmuştu sonunda! Teşekkür etmek için evden gözlerini ayırdığında kadın ve adam, çoktan adımlarının hızını artırmış, sporlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Yüzünü tekrar, pencere kenarındaki çiçekleriyle rengine renk katmış eve döndü. Derin bir nefes aldı, gidip zili çaldı. Beklediği iki dakika, yıllar gibi gelmişti ona. Kapı açılırken fark etme den nefesini tutmuştu, yüzü kıpkırmızıydı.

Kapıyı usulca açan altmış yaşlarındaki kadın, karşısındakini gördüğü gibi “Dilge’m!” diyerek boynuna sarıldı. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi, elindeki not kâğıdını öyle sıkı tutmuştu ki… Ne sarılabiliyordu ne de herhangi bir tepki verebiliyordu. Öylece duruyordu. Yaşlı kadın, gözlerindeki yaşları sildi, “Nerelerdeydin bunca yıldır?” “Ben… Bana bunu verdiler, birkaç gündür burayı bulmak için uğraşıyorum. Ama neden burada olduğumu inanın ben de bilmiyorum, buradaki kimseyi tanımıyorum üstelik…”

“Evet, bugüne kısmetmiş tanışmamız… Ama korkma, buradaki herkes seni çok seviyor. Seninle tanışamamıştık ama yanağındaki bu güzel gam zene kadar her şeyi biliyoruz güzel kızım.” Bunları söylerken bir yandan Dilge’nin gamzesinin olduğu yanağını okşuyordu. Daha fazla koruyamamış olmalıydı sakinliğini, gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Ellerini yüzüne kapattı, en yakın kapılardan birini açıp içeri girdi. Hıçkırıkları duyuluyordu. Dilge, donuk ifadesini koruyordu. Onları en başından beri salonun giriş kapısında gözleyen kadın alelacele yanına geldi, “Gel Dilge, geç otur. Her zamanki annem işte, fazla duygusaldır. Ben ona bakıp geleceğim hemen.” Kendisine gösterilen koltuğun ucuna oturdu, çevresindeki her bir eşyayı inceliyordu; lamba, koltuklar, televizyon, çerçeveler… Çerçeveler… Her birinin içinde mutlu insanlar… Daha yakından incelemek için ayağa kalkıp çerçevelerin yanına gitti. Bu küçük kızı bir yerden tanıyordu ama… Tabii ya, az önce onu salona davet eden o kadındı. Gözleri hiç değişmemiş, diye düşündü. Küçüklüğündeki o güzel yeşil gözlerindeki masum bakış hiç değişmemişti. Yanında da bir adam vardı, saçlarına yer yer kırlar düşmüştü… Ne kadar da mutlu duruyorlardı, her ikisi de ağız dolusu gülüyorlardı. Adamın sağ yanağında kendisininkine çok benzeyen bir gamze vardı. Gözlerini kısarak daha da dikkatli baktığı sırada adım seslerini duydu ve hemen koltuğa oturdu. Kadın içeri girerken onun bu telaşını fark etmiş olmalıydı, “Ah, dedemle fotoğraflarımıza mı bakıyordun… O kadar iyi biriydi ki; çocukla çocuklaşırdı, gençlerin halinden en iyi anlayan yetişkindi belki de… Şimdi burada olsaydı da görseydi seni keşke… Neyse…”

Sözünü bitirdiğinde kapı çaldı, “Gelmiş olmalı, sonunda! Şimdi seni kardeşimle tanıştıracağım Dilge!” Az önce dolan gözleri, şimdi sevinçle parlıyordu. Neşeyle kapıya koştu, “Suat! Hoş geldin! Geçsene içeri, bir misafirimiz var, çok uzaklardan geldi.” Sesini alçalttı, “Dedem için geldi.” Suat’ın yüzünde, bir şeyleri anlamlandıramamış bir ifade vardı, “Eve gelen misafirin dedemle nasıl bir ilgisi olabilir?” “İçeri geç, bir tanış. Anlayacaksın.” “Sen öyle diyorsan… Bakalım kimmiş bu, ‘dedem için gelen’ gizemli misafir?” Dilge, konuşulanlara istemsizce kulak misafiri olmuştu. Ama olanları anlamıyordu; neden buradaydı, bu insanlar da kimdi… Başını önüne eğmiş, ellerini önünde birleştirmişti. Siyah saçları yüzünü kısmen kapatmıştı. Suat içeri girdiğinde tedirgin bir sesle “Hoş geldiniz.” deyince irkildi Dilge, başını kaldırdı. Ablası hemen yanlarına geldi, “Tanıştırayım, kardeşim Suat. O da…” “Tanıştırmana gerek yok ablacığım, biz tanışıyoruz!”

Yazarın Diğer Yazıları
Kırmızı Boyalı Ev

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’imizin Doğum Günü Kutlu Olsun!

Annesi kıyafetlerini düzeltirken Ata durmadan şikâyet ediyordu, “Hadi ama anne, törenin başlamasına çok az kaldı!” Annesi son olarak kırmızı papyonunu düzeltirken onu ikna etmek istercesine, “Tamam oğlum, bitti işte. Pek bir yakışıklı oldun!” dedi. Ata, karşısındaki aynada kendini süzdü, “Çok yakışıklı oldum, değil mi anne? Tıpkı Gazi Paşa’mız gibi…” Annesi gülümseyerek onayladı onu. O da […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku