Karımın doğum gününü ve ilk öğretmeniminadını asla unutmadım. Muhtemelen Cumhuriyet aydınlanmasındannasibini almış, entelektüel bir insandı Avni Yaylalı.Benim de ilkokul hocamdı kendisi. Tarık Us İlkokulu’nun bahçesinde, Kore Savaşı’ndan bizim envantere devşirilmiş teneke bir barakada ilk öğretmenim oldu. Okuma yazmayı evde sökmüş, dört işlem yapabilen bir birinci sınıf öğrencisi olduğumu fark edince, direkt ikinci sınıfa geçmem için […]
Karımın doğum gününü ve ilk öğretmeniminadını asla unutmadım.
Muhtemelen Cumhuriyet aydınlanmasındannasibini almış, entelektüel bir insandı Avni Yaylalı.Benim de ilkokul hocamdı kendisi.
Tarık Us İlkokulu’nun bahçesinde, Kore Savaşı’ndan bizim envantere devşirilmiş teneke bir barakada ilk öğretmenim oldu.
Okuma yazmayı evde sökmüş, dört işlem yapabilen bir birinci sınıf öğrencisi olduğumu fark edince, direkt ikinci sınıfa geçmem için babamıokula çağırıp baskı yaptı ama ailemin acelesi yoktu.Birinci sınıfı paşalar gibi okudum.
Sonra Balat’tan Tozkoparan’a taşındık.
Adını hatırlıyorum sadece Ekrem Öğretmen’imin.
Çok sevmiştik sınıf olarak.
O da bizi sevmişti.
Dördüncü sınıfta okuldan gidişine ağladığım kadar hiçbir şeye ağlamadım hayatta.
Ortaokul yıllarım ise öğretmensiz bir ortaokulda geçti sanki.
Düşünün İngilizce dersine karakoldan polis gelirdi.
“Hands up man”in en iyi bildiğim İngilizce kalıp olması sizi şaşırtmamıştır umarım.
Lise yıllarım, tam 12 Eylül öncesi karmaşası idi.
Bende bir pırıltı gören öğretmenler saflarına çekmeye çalışıyordu.
MTTB’ye de götürdü öğretmenlerim beni , TÖBDER’e de…
Ben ise Gırgır dergisinde karar kıldım.
Bu yüzden olsa gerek liseden hatırladığım tek öğretmenim “Zagor” oldu…
Değişik bir öğretmendi “Zagor”.
Yanılmıyorsam coğrafya dersine gelirdi.
20 numara şişe dibi gözlükleri ve içi kısa ahşap çubuklarla dolu olan bir çantası vardı.
Sınavlarda kitap defter serbest derdi ama kopya çektiği belli olmasın diye kitapları sıra altına koyarak kâğıt dolduranların belalısı olurdu.
Kısa çubuklar bunun içindi.
Havada Avustralya yerlilerinin bumerangı gibi döne döne gelen kısa ahşap çubukların kafalara isabet oranı yüzde yüzdü.
Gürültü yapanlara ve gizlice kopya çekenlere hiç acımazdı (Masa üstüne kitap koyarak sınav kağıdını doldurana bir şey demezdi ama).
Bir diğer özelliği de küfür etmesiydi Zagor’un. “Ecdadını isktiklerimin” diye peş peşe ateşlerdi tahta çubukları.
Sınıf hem kafasını tutar hem pek eğlenirdi Zagor sayesinde.
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon bölümüne bu eğitim profili ile gelince şaşırıp kalmıştım elbet. Her yıl zorlu sınavlardan sonra sadece on öğrenci alan bir okulu kazandığıma benim kadar hocalarım da şaşırmıştı elbette.
Ama orada gerçek anlamda eğitimin ne olduğunu kavradım. Ne öğrendiysem iki kurumda öğrendim zaten.
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV bölümü ve Gırgır dergisi.
Mimar Sinan’da Lütfi Akad, Halit Refiğ, Metin Erksan, Nedim Otyam, Sezer Tansuğ, İlhan Arakon, Sami Şekeroğlu, Duygu Sağıroğlu gibi her biri kendi alanlarında efsane olmuş sanat ve bilim hocalarından öğrendim sinemayı ve sanatı. Hepsinin ayrı ayrı özellikleri vardı.
Lütfi Akad hocamız, geç geleni derse almazdı örneğin.
“Hocam trafik vardı.” diyeni, “Sen İstanbul’da trafik olduğunu bugün mü öğrendin evladım?” diyerek ve gülümseyerek yolcu ederdi sınıftan. Sadece yaratıcı sinemayı değil, sinema ekonomisini de öğretirdi çaktırmadan. Halit Refiğ beni ilk sınıfta bırakan öğretmenim oldu.
“Amerikan sinemasında idealizm.” adlı ödevime sıfır verip bir sömestr çaktırdı beni. “Sen bu okula nasıl girdin evladım?” diyerek yetersizliğimi yüzüme vurmuş, belki de hayatımın en önemli dersini vermişti.
Öyle ki ertesi yıl başka bir ödev vermişti ve 20 üzerinden 20 not verdiği ödev sonrası odasına çağırarak “Beni çok sevindirdin. Böyle devam et.” diyerek onore etmeyi de ihmal etmemişti. Metin Erksan’ı ise derslerdeki coşkusuyla hatırlıyorum. Guguk Kuşu filmine gönderme yaparak “Romandan film yapmak iş mi? Milos Forman’ın çektiğini ben bacağımla çekerim.” diye haykırarak bitirmişti bir dersi.
Müzikte “yorumcu” denilmesine kızardı örneğin. “Ne yorumu kardeşim? Mozart noktasına virgülüne kadar yazmış partisyonları. Hangi hız ve şiddette çalacağını belirtmiş. Sen ondan daha çok ne biliyorsun da yorumlamaya kalkıyorsun eşşoleşşek!” der, sinirle çarpar kapıyı giderdi. Bir ders boyunca “Dünyada duyulan ilk sesi” aratmıştı bütün sınıfa.
Türkiye’nin en iyi sanat tarihçilerinden biri olan Sezer Tansuğ Hoca ise sürekli sanat eserlerinin slaytlarını gösterir, karanlıkta yaptığı tekdüze anlatımlı sunumları çoğumuzun, özellikle gece çalışan arkadaşlarımızın uykusunu getirirdi.
Hiç unutmam, gece gazinolarda fotoğrafçılık yapan bir arkadaşımız hocanın masasına kafasını yaslayarak uyumaya başlayınca biz gülmeye başlamıştık.
Bizi susturmuş ve “Bırakın uyusun arkadaşınız.
Belli ki yorgun.
Ben ona bir sonraki derse kadar bugünkü konuştuklarımızı anlatırım.” demişti muhteşem insan.
Duygu Sağıroğlu ise bir öğretmenden çok, biz tıfıl öğrenciler için yaşam koçu olmuştu… Oturmasını, kalkmasını bilen son derece görgülü bir adamdı Duygu Hoca.
Okul dışında da, bazen evinde bazen kafelerde buluşur hem yeme içme adabını hem sosyal yaşamı öğrenirdik sayesinde.
Son derece cesur bir adamdı. O yıllar yasaklı olan ve Yılmaz Güney’e Cannes’da altın Palmiye getiren “YOL” filmini bize izletmek için Bebek’te yabancı bir arkadaşının evini ve video sistemini ayarlamış ve tüm sınıfa “YOL” filmini izletmişti.
Sinemamızın deha teknik adamlarından İlhan Arakon ise herkesin sevgilisi idi.
Derslerde sık sık Osmanlıca kelimeler kullanır, ben de anlamazlığa vurarak onu sinir ederdim.
Bir gün “Bu objektifler kabil-i ayardır.” deyince, “Hocam objektifleri ayarlamak için Kabil’e mi götürmemiz lazım.” diyerek kendisini çıldırtmıştım. Sinema bölümünün kurucusu ve Türk film arşivinin efsane kurucusu Sami Şekeroğlu ise bize okulun kıymetini anlatmakla mükellefti adeta. Renkli televizyon daha emeklerken, Almanya üniversitelerinden hocalar getirip renkli televizyonun prensiplerini öğretmişti hepimize.
Bir sürü yeniliği ilk kez o getirmişti Türk sinemasına. Ama bazı alet ve edevatları bizden saklardı, bozarız ederiz diye.
Haklı adam ama yine de az “ahımızı” almamıştır. Hiç unutmam, o sırada Amerikan sinemasının bile yeni yeni kullanmaya başladığı Steadicam adlı kamerada titreşim ve sarsıntıyı sıfırlayan özel bir aparatı Türkiye’ye getirmişti.
Bu çok pahalı aparatın okulda olduğunu biliyorduk ama hiç görmemiştik. Mezuniyete yakın gidip yalvardık “Hocam, okul bitmeden bir görelim.” diye.
“Peki işe yaramaz herifler, toplanın öğlen arasında size Steadicam’i göstericem.” demişti, pek sevinip toplaşmıştık okulun orta yerinde. Steadicam özel kutularda geldi.
Binbir özen ve ihtimamla açıldı koruyucu sandukalar. Kurulum sırasında hepimiz nefesimizi tutuyor, nasıl çalıştığını merak ediyorduk.
Kurulum bitti. Aküler, kamera, yaylardan ve hareketlerin takip edildiği ekrandan oluşan sistem hazır oldu.
Bismillah deyip ‘on’ düğmesine basılır basılmaz ekran pofff diye patladı.
Ömrü uzun olsun Sami Hoca sinirlendi “Sökün, koyun tekrar kutulara.” dedi, gitti.
Çok şey öğrendim MSÜ Sinema Televizyon bölümündeki öğretmenlerimden. Bir harf öğretenin kölesi olunan bu diyarlarda ne yapsak hakkını ödeyemeyiz öğretmenlerimizin.
Bilimin ışığında yürümekten başka da elden bir şey gelmiyor zaten.
Diyeceksiniz ki Gırgır’daki hocalara ne oldu?
Oğuz Aral, Tekin Aral, İsmet Çelik, Altan Erbulak öğretmenlerimi de bir sonraki sayıda anlatırım artık.
12Eylül’e çeyrek vardı ama biz bilmiyorduk henüz. “Yarın olması muhtemel” devrime inanan, on sekizinden gün almamış veya almış, çatık kaşlı, pamuk vicdanlı, çoğumuz yoksul ailelerin sofrasında öğün geçiştirerek büyüyememiş, çelimsiz ama gayretli, eşitlikçi ama çocuksu bir ruha sahip devrimci gençlerdik. Hava çok soğuktu ve ayakkabımızın tabanları çok inceydi genel olarak. Kızlara meyledecek yaşta vatan kurtarmaya […]
Devamını OkuKarımın doğum gününü ve ilk öğretmeniminadını asla unutmadım. Muhtemelen Cumhuriyet aydınlanmasındannasibini almış, entelektüel bir insandı Avni Yaylalı.Benim de ilkokul hocamdı kendisi. Tarık Us İlkokulu’nun bahçesinde, Kore Savaşı’ndan bizim envantere devşirilmiş teneke bir barakada ilk öğretmenim oldu. Okuma yazmayı evde sökmüş, dört işlem yapabilen bir birinci sınıf öğrencisi olduğumu fark edince, direkt ikinci sınıfa geçmem için […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku