Baran BİLGİT
Tüm Yazıları
Ölümsüz Aşk
Ana Sayfa Tüm Yazılar Ölümsüz Aşk

Doktoru ona iyi haberler getirdiğini ve hızla iyileşme sürecine gireceğini söylediğinde, daha o an vaktin daraldığını anlamıştı. Bu elbette ölümcül hastalığının ne denli inatçı olduğunu bildiğinden, umutsuzluğundan ya da doktorun kötü bir oyuncu olmasından değildi. Bunu her sabah hastane odasındaki penceresinden gördüğü ıhlamur ağacından öğrenmişti. Gerçekleri fark ettiğinde biraz utanmıştı da. Tabii ki utanması gereken […]

Doktoru ona iyi haberler getirdiğini ve hızla iyileşme sürecine gireceğini söylediğinde, daha o an vaktin daraldığını anlamıştı. Bu elbette ölümcül hastalığının ne denli inatçı olduğunu bildiğinden, umutsuzluğundan ya da doktorun kötü bir oyuncu olmasından değildi. Bunu her sabah hastane odasındaki penceresinden gördüğü ıhlamur ağacından öğrenmişti. Gerçekleri fark ettiğinde biraz utanmıştı da. Tabii ki utanması gereken kişi oydu, bir belediye işçisinin çalı süpürgesine takılıp sürüklenen o sarı yaprak değil, oydu. Bir şiir gibi göğe uzanıp, yeşillenip kızarıp, vakti geldiğindeyse tevekkül ederek, hır çıkarmadan sararıp toprağına dönen o yaprak, üstüne düşen vazifeyi layığıyla yerine getirmişti. Onda kibirden eser yoktu. Üstelik kimse onu hatırlamayacak ve anmayacaktı. Hiçbir iz bırakmadan göçüp gidecekti. Oysa kendisi daha az önce camdaki buğuya dokununca yine bir iz bırakmış oldu. Ama bu kez utanmadı. Artık nereye ait olduğunu biliyordu. Artık yaşaması gereken anılarıydı, uzaması gereken saçları değil.

Bir an yatağının karşısındaki duvara monte edilmiş küçük televizyondan gelen kısık sesleri işitti. Mırıltı halindeki konuşmalar bir pazar sabahı programından geliyordu. Kumandaya uzanıp sesi açtı. Programda sinemaya olan tutkusunun yanı sıra çiçek sanatına olan düşkünlüğü ile de nam salan Ediz Hun’un Büyükada’daki evi gösteriliyordu. Yeşilçam galaksisinin en parlak yıldızlarından, Türk sinemasının en güzide jönlerinden biri olan Ediz Hun, bir çiçek müzesine dönüştürdüğü evinden izleyicilere seslenirken çiçeklerle kurduğu telepatiden öğrendiklerini özetle şöyle paylaşmıştı: “Her nedense insanlar bir bitki satın alırken en çok çiçek açan ve en renkli olanı tercih eder; ancak onu alıp da evine götürdükten kısa bir süre sonra çiçeklerin hızla solduğunu görür ve hayıflanır. Elinden geleni yapsa da çiçekler kurtulamaz ve hepsi de birer birer dökülür. Oysaki bilmezler ki bu masum canlı ölümüne yaklaştığını sezdiği an tohumlanır ve özüne işlenen var olma arzusuyla çiçeklenir ki tohumlarını saçsın ve başka bir formda yaşamaya devam etsin. Ondandır ki en çok çiçek açan, ölümüne en yakın olandır…” Konuşmanın devamını duyamadı. Yutkundu. Ciğerleri dolmuştu. Bacaklarında bir uyuşma hissetti. Hüzünlenir gibi oldu ama tam aksine canlanmıştı. Kendi kendine gülümsedi. Yüzü pembeleşti ve içinde açan çiçekleri hissetti. Ve çiçeklerle birlikte gelen çoğalma ve var olma arzusunu… Hayır, var olmak için daha fazla çabalamayacaktı. Sadece var olmanın başkalaşmış ve dönüşmüş halini kavramıştı. O sonsuz yaratımla dolup taşan kaosun harmonisini duymuştu. Sisteme sızan kutsal virüs her sorunun cevabını veriyordu. Cevap İnsan ve Tanrı arasındaki sözleşmenin ilk ihlalinde saklıydı: Ölümsüzlük teşebbüsü… Peki bu “ölümcül” ölümsüzlük arzusunun farklı tezahürleri yok muydu? Bir diğer deyişle bu bir lanet miydi, yoksa lütuf mu? Bu soruyu kendine sorduğunda yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında izlediği o romantik filmi anımsadı: “Sweet November.” Türkçeye çevrilen adıyla “Kasım’da Aşk Başkadır.” Şöyle demişti Sara Deever karakterine hayat veren Charlize Theron: “Tek sahip olduğum şey sendeki anılarım. Bu anılarım güçlü ve güzel olmalı. Anlıyor musun? Böyle hatırlanacağımı bilirsem, her şeyin üstesinden gelebilirim, her şeyin. Nelson, sen benim ölümsüzlüğümsün.”

İşte sır buydu: Aşk… Âşık olduğunuzda, birini veya bir şeyi gerçekten çok sevdiğinizde sonsuz oluyordunuz. Ebediyen yaşıyordunuz… Cevabı bulduğunda o denli rahatlamıştı ki neredeyse ağlayacaktı. Tolstoy gibi hemen koşup eşine anlatmak istedi her şeyi. Sevdiğin uzaktan ilk göründüğünde bile yok muydu aşk? İlk öpüşmeden sonra iştahı kesildiğinde, sokağın ortasında saçma sapan şeylere kahkaha attıklarında, yok yere küsüp günlerce ağladıklarında, ilk bebeklerini kucaklarına aldıklarında, bir kedi sahiplendiklerinde, ayrı ayrı uyuduklarında bile yok muydu aşk? Vardı. Her zerresinde saklıydı hayatlarının. Yaşayacaktı elbet. Her zerresinde yaşayacaktı. Ama sonra bir şey daha fark etti. Aşk yalnızca duyumsanan bir kimyadan mı ibaretti? Hayır. Aşk varoluşun en belirgin haliydi ve aşk varlıkla özdeşlikti. Tam da bu nedenle bu dünyada yapayalnız kalsa da aşkın başka tezahürlerle var olabileceğini ve yalnızken de âşık olabileceğini öğrenmişti.

Öz aşkın kişilik özelliği adlı bilimsel bir çalışmada bu kişilik özelliğini taşıyan bireylerin temel özelliklerinden birinin kendisi dışındaki varlıklarla özdeşleşebilme kapasitesi olduğu belirtilmiştir. Buna göre bir kırlangıcın gözünde, bir kestanenin kabuğunda, bir nehrin kıyısında, bir kömür ocağının karanlığında, bir dağın eteğinde, bir kum tanesinde, bir çocuğun gülüşünde, bir dudağın ucunda, bir kitabın sayfasında, bir ihtiyarın nasihatinde ve tabii bir ıhlamurun yaprağında iz bıraktıysanız onlarla birlikte yaşamaya devam edersiniz. Öz aşk size ölümsüzlüğü getirir. Tıpkı şeb-i aruz gününde sevgilisine kavuşan Mevlâna gibi ölümsüz… Tıpkı Selimiye’yi bir haclegaha çeviren Mimar Sinan gibi ölümsüz… Tıpkı koca bir vatanı milletine emanet eden ve o 10 Kasım sabahında hayatı durduran Atatürk gibi ölümsüz…

İşte şimdi, bir ıhlamur ağacının önünde, camdaki buğuda bıraktığı izle yeniden doğacağı günü bekleyen bu adam artık ölümsüzdü.

Yazarın Diğer Yazıları
Ejderha Yılı

Ülker takımyıldızının yedi kandili de sönmüş ve berrak bir gecenin göğünde kutlanmış ulu bir ay parlamıştı. Bizzat bu görklü ayın ışığından yaratılan Ayaz Ata mavi, nurdan peçesini kaldırmış ve olanca gücüyle üflemişti soğuk nefesini yukarıdan yerdekilere. Böyle bir 21 Aralık gecesi, bir anda geliverdi kış, Akçam ağacının altında birikmiş Asyalı bir Türk boyunun üzerine. Hanlar […]

Devamını Oku
Ölümsüz Aşk

Doktoru ona iyi haberler getirdiğini ve hızla iyileşme sürecine gireceğini söylediğinde, daha o an vaktin daraldığını anlamıştı. Bu elbette ölümcül hastalığının ne denli inatçı olduğunu bildiğinden, umutsuzluğundan ya da doktorun kötü bir oyuncu olmasından değildi. Bunu her sabah hastane odasındaki penceresinden gördüğü ıhlamur ağacından öğrenmişti. Gerçekleri fark ettiğinde biraz utanmıştı da. Tabii ki utanması gereken […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku