Tanıştıklarından beri ilk kez 1 Mayıs kutlamasına gitmemişlerdi. Fakat ne bunun eksikliğini hissediyorlar ne de duruma üzülüyorlardı. Oysa her 1 Mayıs’ta iki emekçi olarak büyük bir coşkuyla kortejde yerlerini alır, sonunu düşünmeden gururla günün tadını çıkarmaya çalışırlardı. Kutlamalarda başlarına gelmeyen kalmamıştı Ayten ve Can’ın. Ama onlar tüm olanlara rağmen ilk günkü heyecanlarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. […]
Tanıştıklarından beri ilk kez 1 Mayıs kutlamasına gitmemişlerdi. Fakat ne bunun eksikliğini hissediyorlar ne de duruma üzülüyorlardı. Oysa her 1 Mayıs’ta iki emekçi olarak büyük bir coşkuyla kortejde yerlerini alır, sonunu düşünmeden gururla günün tadını çıkarmaya çalışırlardı. Kutlamalarda başlarına gelmeyen kalmamıştı Ayten ve Can’ın. Ama onlar tüm olanlara rağmen ilk günkü heyecanlarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Ta ki 1998 yılına kadar. O 1 Mayıs’ta Kızıltoprak’taki evlerindeydiler. Yüreklerini hiçbir işçi bayramında sarmayan farklı bir heyecan sarmıştı aylar önce. Ve o heyecan doruktaydı artık. 2 Mayıs 1998 günü Ayten, dünyalar güzeli bir kız çocuğu getirdi dünyaya. Adını “Aycan” koydular. Ayten ve Can’ın karışımı… Ama Aycan da öyle güzel karışmıştı ki hem anneye hem de babaya benziyordu. Başka isim olmazdı, olamazdı. Ayten özel bir şirkette çalışıyordu evi geçindirmek için. Can öğrenciydi. Mimarlık okuyordu. Bir de resimler yapıyordu Can. Birbirinden güzel resimler…
Bir süre sonra Ayten işe dönmek zorunda kaldı. Baba kız birlikte vakit geçirmeye başladılar. Can bir köşede resim yapıyor, Aycan da yattığı yerden gözleriyle takip ediyordu babasının fırça darbelerini. Bir baba kızını ancak bu kadar güzel zehirleyebilirdi. Bir insanın ve hatta bir bebeğin damarlarında sanat dolaşması kadar güzel ne olabilirdi ki? Bir gün Ayten bir şey keşfetti. Aycan bir yaşını yeni doldurmuştu o günlerde. Radyoda ya da televizyonda duyduğu her ritme, her müziğe tepki veriyordu Aycan. Ama ne tepki… Önce her bebeğin vereceği bir tepki olduğunu düşünseler de Aycan iki yaşına yaklaştığında artık bu tepkilerin bilinçli olduğunu fark ettiler ve soluğu Yıldız Alpar’ın yanında aldılar. Yıldız Alpar Türkiye’nin ilk özel bale okulunun kurucusu ve ustaların ustasıydı. Okulu da Bir zamanlar Rex sineması olan ama yakın zamanda kapanan binadaydı. Yıldız Alpar, bebek Aycan’ı dikkatle süzdü. Müziğe olan tepkisini ve hareketlerini takip etti ve gözlerini karşısında meraklı bakışlarla kendisini takip eden Can ve Ayten’e kilitledi: “Bu çocuğu getirin…”
Aycan doğduğu Kadıköy Şifa Hastanesi’nden neredeyse eve bile gitmeden iki arka sokaktaki Rex Sineması’na transfer olmuş ve henüz BIR BAŞARI ÖYKÜSÜ ORHAN BAHTİYAR yürümeye bile başlamadan iki yaşında baleye başlamıştı. Yürümeyi de bale okulunda öğrendi… Aycan’ın asıl bale macerası 4 yaşında başladı. Yıldız Hoca öğrencisini çok seviyor ve onunla özel olarak ilgileniyordu. Aycan ilkokulda yarım zamanlı olarak İstanbul Devlet Konservatuvarı’na başladı. İlkokulu bitirince de tam zamanlıya döndü ve üniversiteyi burada bitirdi. Bu esnada İstanbul Devlet Opera Balesi’nde 7 sene boyunca sahneye çıktı.
Konservatuvarı bitirdikten sonra çeşitli dans gösterilerinde görev aldı. Aycan gösterdiği performansla Timur Selçuk’un kızı Mercan Selçuk’un dikkatini çekmişti. Mercan Selçuk’un davetiyle Mercan Selçuk Dans Topluluğu’nda dansçı ve eğitmen olarak görev aldı. Bir zamanlar Yıldız Alpar’ın bale okulunda altı bezli olarak emekleyen bebek, artık bir öğretmendi. Aycan’ın ismi zaman içinde ülke sınırlarını aştı. İtalyan ve Bulgar dans topluluklarıyla atölye çalışmalarına katılmak üzere davetler aldı ve buralarda dünyanın çeşitli ülkelerinden dansçılarla tanıştı ve çalıştı. Bu dans atölyeleri kendisini geliştirmesinde çok faydalı oldu. Aycan, Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli tiyatro oyunlarında koreograf olarak katkı verdi. Ayrıca İstanbul Oyuncak Müzesi’nde sergilenen Helikon isimli oyunda gösterdiği performansla Sunay Akın’ın dikkatini çekti ve onunla birlikte Türkiye’nin pek çok yerinde “Bir Cumhuriyet Hikâyesi” isimli gösteride sahne aldı. Ancak Aycan bunlarla yetinmedi. Hep bir sonraki adımı hesaplıyordu. Mesleğine duyduğu saygı ve sevgi, onu sürekli düşünmeye ve çalışmaya itiyordu. Londra’daki Kraliyet Dans Akademisi sınavlarına katıldı ve burada aldığı “Üstün Başarı” notuyla herkesi gururlandırdı. Bu başarı, ona uzun zamandır hayalini kurduğu Stuttgart Devlet Opera ve Balesi’nin kapılarını açtı. Eric Gauthier tarafından sahnelenen “La Fest” oyununun as kadrosuna seçildi. Aycan hâlâ La Fest’in bir oyuncusu olarak Stuttgart’ta yaşıyor. Türkiye’de sanatın geldiği durum, birer birer kapanan dans okulları, sanat atölyeleri hep içine dert oldu. Ama onun bir hedefi var. Bir gün Almanya’dan dönecek ve tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi sanat bilgisini ve görgüsünü vatanının gençleriyle Almanya’da “Başarmış” bir Türk kızı olarak paylaşacak.
Can ve Ayten mi? Can muhteşem resimlere imza atıyor Ayten’den ilham alarak. Ama yapmaktan en keyif aldıkları şey, kızlarını izleyip, onu düşünüp mutlu olmak.
Tanıştıklarından beri ilk kez 1 Mayıs kutlamasına gitmemişlerdi. Fakat ne bunun eksikliğini hissediyorlar ne de duruma üzülüyorlardı. Oysa her 1 Mayıs’ta iki emekçi olarak büyük bir coşkuyla kortejde yerlerini alır, sonunu düşünmeden gururla günün tadını çıkarmaya çalışırlardı. Kutlamalarda başlarına gelmeyen kalmamıştı Ayten ve Can’ın. Ama onlar tüm olanlara rağmen ilk günkü heyecanlarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku