Ataol BEHRAMOĞLU
Tüm Yazıları
“Göl” üzerine
Ana Sayfa Tüm Yazılar “Göl” üzerine

Sanırım hemen herkes gibi zaman olgusu (ve kavramı) üzerine çocukluk dönemlerinden bu yana hep düşündüm. Daha önce de yazılarımda sözünü etmiş olmalıyım, on yaşlarımda ya da az sonrasında bir ara zihnime, zamanı durdurabilir miyim sorusu takılmıştı… Aynı yollardan gidip gelmek… Bir hareketi sabitleştirmek… Böylece sanki bir ân’ı, o en küçük zaman dilimini kalıcı kılarak sonsuzlaştırmak, […]

Sanırım hemen herkes gibi zaman olgusu (ve kavramı) üzerine çocukluk dönemlerinden bu yana hep düşündüm.

Daha önce de yazılarımda sözünü etmiş olmalıyım, on yaşlarımda ya da az sonrasında bir ara zihnime, zamanı durdurabilir miyim sorusu takılmıştı…

Aynı yollardan gidip gelmek… Bir hareketi sabitleştirmek… Böylece sanki bir ân’ı, o en küçük zaman dilimini kalıcı kılarak sonsuzlaştırmak, ölümsüzleştirmek… Böyle tuhaf, çocukça düşünceler ve çabalar…

Kuşkusuz hepsinin ucunda ve içinde olan ölüm korkusuydu…

Zamanı (bu demektir ki yaşamı) durdurursak, ölümden de kurtulmuş oluruz…

Oysa bu düşünce kendi içinde karşıtını taşıyordu…

Zamanın durması ölüm demek değil mi?

Yaşam ise akıp giden zaman değil midir?..

Öyleyse ne yapmalı? Akıp giden şeyi, zamanı, yaşamı, nasıl yaşamalı ki, geçmiyor gibi olsun…

Böyle bir soru ise bambaşka sorulara ve sorunlara yol açacaktır…

Bu yazının konusunu oluşturan şiir, 1790-1869 yıllarında yaşamış Fransız romantik şair ve tarihçi Alphonse de Lamartine’in ünlü “Göl” şiiri, zaman nasıl yaşanmalı sorusuyla değil, geçip giden zamandan geriye kalan derin özlemle ilgili…

Bazı şiirleri özellikle de şiirler, şairinden daha ünlüdürler….

Şiiri belki ezbere bilir, fakat şairini anımsamayabiliriz…

Romanlar için ise pek öyle değildir…

Onlar yazarlarının adlarıyla belleğimizdedir…

Bu da bambaşka bir konu…

“Göl”e dönelim….

Romantik dönemin öylesine ünlü bir şiiri ki sadece bizde, 19. yüzyılda, birçok kez tercüme edilmiş…

Onları tek tek incelemiş değilim. fakat kendisini kişisel olarak görüp tanıma şansını da bulduğum Yaşar Nabi Nayır’ın (yapıldığı tarihi bilmiyorum, fakat daha öncelerde değilse 1940’lı yıllarda olmalı) “çevirisi”, en az şirin kendisi kadar etkileyici ve güzeldir. Tek sözcükle, eşsizdir….

Liseli yıllarımdan bu yana giriş dizeleri ve bazı bölümleri zihnime (ve gönlüme) çakılıp kalmış “Göl”, avuntusuz bir özlemin, şairin ana dili Fransızcayla söylersek yakıcı bir “nostalji”- nin şiiridir…

“Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için

Demirleyemez miyiz?”

Şiirin başlangıç dizeleri…

Girişte sözünü ettiğim “zamanı durdurmak” duygusu…

Bu olası değil… Öyleyse ne yapmalı? Ya da bu amansız gerçekliğe karşı yapılabilecek bir şey var mıdır?

Şair, üzerinden henüz bir yıl geçmiş olmasına karşın sonsuz bir zaman geçmişçesine ulaşılmaz olmuş anları, göle seslenerek ölümsüz dizelerle betimliyor:

Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgarlarla köpüklerin
O güzel ayaklara.

Bütün şiirler ve şairleri ve onların sevgilileri gibi, artık ne La Martine, ne şiirde sözünü ettiği sevgili var…

Şiire adını veren göl ise kıyısında daha nice sevgililerin oturduğuna tanıklık etti ve etmekte…

Geçmekte olan zamanı durdurma şansımız yok, sanırım buna gerek de yok…

Öyleyse yapılması gereken, zamanı iyi ve doğru yaşamaya çalışmak olmalı…

Unutulamayacak anlar ise “Göl” gibi unutulmaz şiirlerle ölümsüzleşecektir…

Yazarın Diğer Yazıları
“Göl” üzerine

Sanırım hemen herkes gibi zaman olgusu (ve kavramı) üzerine çocukluk dönemlerinden bu yana hep düşündüm. Daha önce de yazılarımda sözünü etmiş olmalıyım, on yaşlarımda ya da az sonrasında bir ara zihnime, zamanı durdurabilir miyim sorusu takılmıştı… Aynı yollardan gidip gelmek… Bir hareketi sabitleştirmek… Böylece sanki bir ân’ı, o en küçük zaman dilimini kalıcı kılarak sonsuzlaştırmak, […]

Devamını Oku
Öğrenmek

Hayatım öğrenmekle geçti. Kendimi bildim bileli öğreniyorum. Bundan şikâyetçi miyim? Hayır. Öğrenmek mi öğretmek mi diye sorsalar, hiç duraksamaksızın, öğrenmek derim. Öğrenmenin nesini mi seviyorum? Sanırım her şeyinden çok, sürecini. O süreç, tıpkı aşkta olduğu gibi, bilinmezlikler, güçlükler, keşiflerle doludur. Fakat yine tıpkı aşkta olduğu gibi heyecan vericidir. Sonrası mı? Sonrası da güzeldir kuşkusuz. Öğrendiğinizi […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku