Hilal SOLMAZ
Tüm Yazıları
GÜNDÜZ VASSAF: “Ben dünyanın iyiye gittiğine görüyorum.”
Ana Sayfa Tüm Yazılar GÜNDÜZ VASSAF: “Ben dünyanın iyiye gittiğine görüyorum.”

İtalyan barok ressam Michelangelo Caravaggio. İsmini doğduğu kasabadan alan ressamın kısa hayatı, kovuşturmalar, dövüş ve kavgalarla geçti. Ülkemizin en önemli aydınlarından biri Gündüz Vassaf, 16. yüzyıl resmine yeni bir yön vererek sanat tarihine damgasını vuran Caravaggio’nun izini sürdü, Ressamın İsyanı romanı yazdı. Türkiye ve dünya meseleleri hakkındaki düşünceleriyle gelecek kuşakları aydınlatan Psikolog Yazar Gündüz Vassaf […]

İtalyan barok ressam Michelangelo Caravaggio. İsmini doğduğu kasabadan alan ressamın kısa hayatı, kovuşturmalar, dövüş ve kavgalarla geçti. Ülkemizin en önemli aydınlarından biri Gündüz Vassaf, 16. yüzyıl resmine yeni bir yön vererek sanat tarihine damgasını vuran Caravaggio’nun izini sürdü, Ressamın İsyanı romanı yazdı. Türkiye ve dünya meseleleri hakkındaki düşünceleriyle gelecek kuşakları aydınlatan Psikolog Yazar Gündüz Vassaf ile bir araya geldik. Memleketin durumunu ve halimizi, ahvalimizi konuştuk.

-*Son romanınız Ressamın İsyanı’yla başlayalım. Dünyanın çok önemli ressamlarından birinin, Caravaggio’nun hikâyesinin peşine düştünüz. Resimlerini incelediniz. Ne aradığınızı bize anlatır mısınız?
Başlangıçta hiçbir şey aramadım. Caravaggio’nun peşine düşmem işsizlikten, güçsüzlükten oldu. Bazen dilini, kültürünü bilmediğim bir ülkeye gidip yaşamak bana iyi geliyor. İtalya’nın Sicilya şehrine yerleştim. Aklımda Caravaggio’nun bir resmi vardı. Kiliseye gittim, baktım; resmi hiç beğenmedim ama meşhur adam. Caravaggio’yu okudukça, peşine düştükçe özellikle ona yapılan haksızlıklara isyan etmeye başladım. Benim isyanım ve onda hissettiğim isyan. Caravaggio’nun kitabı orada ekildi.

-*Bazı yönlerinin size benzediğini mi düşünüyorsunuz?
Evet, bir tür “anlaşılamamazlık” belki… Caravaggio’nun döneminde ressam arkadaşları ondan nefret ediyor, yapmış olduğu resimden… Bazı çağdaşları, ‘bu dünyaya resmi yok etmek için gelmiş ressam’ diyor. Psikoloji konusunda çok eleştirilerim oldu. Çünkü sınıfsal bir adaletsizliği, nesnel bir ölçekmiş gibi yansıtıyor. Yazdım, çizdim. Meslektaşlarım ‘ekmeğimizle oynuyorsun’ dediler. Psikologlar Derneği’ni kurmuştum, oradan kovuldum.

– Caravaggio, dünyaca ünlü, eşsiz eserlere imza atmış olan İtalyan ressam, ancak biz ona dair çok az şey biliyoruz. Caravaggio’yu yazan kişi olarak size sormak istiyorum. Kimdir ve önemi nedir?
Kitapta bir laf var. 65 milyon yıl önce bir göktaşı düşüyor. Bugünkü Meksika’nın bir bölümüne… Birçok tür yok oluyor, dinozorlar dahil. Ardından insan türü, başka türler geliyor. Caravaggio’dan önceki ressamlar nasıl dinozorsa; Michelangelo’yu, Leonardo’yu, Raffaello’yu da dahil ediyorum. Caravaggio da o göktaşı. Resmi değiştirdi! Ondan öncekiler insanı yüceltirken, olduğundan daha güçlü, güzel ve süsleyerek resmederken, Caravaggio; sokaktaki insanı tuvaline taşıdı ilk defa.

– Şöyle bir bilgi var: Caravaggio, tablosundaki meleklerin yüzüne kendi portresini yerleştiriyor. Model bulamadığı için kendisini çizdiği söyleniyor. Bu doğru mu?
Çizdiği 65 tablosunun belki de 20›sinde kendisi var. Leonardo›nun bir lafı var: ‹›Her insan kendi otoportresini yapar.” Caravaggio da tam anlamıyla kendi otoportresini yaptı. Onu ağaçta, vazoda, çiçekte, başka bir insanda görebilirsiniz. Hatta bir “Davut, Golyat’ın Kafası ile” resmi var. Davut, Golyat’ı öldürür. Bu eserde Caravaggio, hem Davut’tur hem de Golyat’tır. İkisi de kendisinin otoportresi. Hem öldüren o hem de öldürülen o. Dostoyevski’den biliyoruz, içimizde her şey var. Katiliz, meleğiz, âşığız, aldatanız, hepimiziz. Caravaggio, bence bunu çok iyi yansıtıyor.

– 16. yüzyıl sonları – 17. yüzyıl başlarınabaktığımızda, Caravaggio’nun yaptığı resimler, dönemin kilisesi tarafından sakıncalı bulunarak sıklıkla hedef gösterilir. Sanata yönelik baskı ve sansür günümüzde de devam etmekte. Buradan yola çıkarak şunu sormak istiyorum; Sanat nedir, ne işe yarar? Sanat olmadan varlığımızı sürdürebilir miyiz?
Kitapta da en çok sevdiğim bölüm. Sanat ne işe yarar, sanat bir işe yarar mı? Çünkü çok sorulan bir soru…
Sokakta yürüyen 5-6 yaşlarındaki çocuklara, hatta daha ufak çocuklara bakın, hepsi dans ediyor. Kendine özgü bir yürüyüş biçimi arıyor, yaratıyor. Hepimizin içinde sanat var fakat uygarlığımız o sanatı öldürüyor çünkü o, sanatıyla bir gün ben de resim, müzik yapacağım dediğinde, ilk önce anne babası ‘Evladım çok güzel, sen onu boş zamanlarında yaparsın hatta sana bir resim hocası da tutarız ama sen asıl hayatını kazanacaksın’ diyor. Çocukta sanatı öldürüyoruz, öldürdükçe bu sefer sanatkâr diye bir meslek çıkıyor, o da çok zorlanıyor çünkü kendisini satmaya mecbur, piyasanın beğenisine mecbur kalıyor ve o çocuğun yarattığı özgürlükte yaratabilmesi çok güç. Yani sanat sanayisine yatırılan para… ki o sanatı maskaralaştıran bir şey çünkü sanattan kazanılan çok para, onun dışında ‘sanat hiçbir işe yaramıyor’ diye öldürülüyor.

– Caravaggio neden resim yaparak kendini ifade ediyor. Başka bir sanat dalını seçmiyor. O günün şartları mı belirliyor kararını?
Yoksul bir ailenin çocuğu. Annesi, iyi koşullarda yaşasın diye onun bir ressamın yanına çırak olarak veriyor ama ressamlar o dönemde, 1600’lü yıllarda sanatçıdan sayılmıyor. Heykeltıraş sanatçı, ressam zanaatkâr fakat seviyor, anlaşılan bir istidadı var. Oradan da para kazanabiliyor. Roma’nın en çok para kazanan ressamı oluyor. Katolik Kilisesi’nin iyi ressamlara ihtiyacı var. Caravaggio, Protestan bu arada. Katolikler, ‘biz kilisemizi insanları tavlamak için Protestanların tersini yapalım. Öyle resimler yapalım ki, kiliseye resimleri görmeye gelsinler’ düşüncesinde. Onun için de Caravaggio, sipariş alan iyi ressamlardan biri fakat halktaki insanı, aziz olarak İsa ve Meryem olarak yapıyor. Yani gelen müminler, İsalarda, Azizlerde, Meryemlerde kendini görüyor. Caravaggio da yaptıkça yapıyor, kazandıkça da kazanıyor fakat söylemek istediği başka şeyler de var. İlla kilisede, kutsal mekânda din çerçevesinde resimler yapıyor. Bu adamın tanrısıyla Vatikan’ın tanrısı aynı olmayabilir.

– Aslında kendi iktidarını korumak ve ideolojilerini yaymak için ona gittiler, ama o sanatın gücünü kullanarak bambaşka işler yapmaya karar verdi.
Onun için ve de pek çok şey için sanat yapıyor. Kendi egosunu tatmin ediyor, para kazanıyor. Bazen meşhur olmak için, bazen kızdığı, öfkelendiği için yapıyor. Yani nedenler çok.

– Yeni kitapta dikkatimi çeken başlıklardan biri; Sanatın ticarileşmesi… Resim ne zaman ticari bir hale dönüştü?
İlk önce sanatçı Kilise’den, Batı’dan bahsediyoruz çünkü Hindistan’da tapınaklarda kalmış sanat. İslam’da resim bile yok. Onun için ressam da yok. Bireyin oluşmasıyla yeni sanat türleri de çıkıyor. Roman, resim, şiir, heykel gibi, fakat hepsi Kilise’nin emrinde! Ne zaman aydınlanma geliyor, Kilise gücü kaybediyor; birey ilk defa ortaya çıkmaya başlıyor. Romantik şehir olarak bildiğimiz Paris’te, Bohem 19. yüzyıl ressamları kurşuna metelik atıyor, aç uğraşıyor ama tutturuyorlar. Picasso milyoner oluyor, para kazanmaya başlıyorlar. Burjuvazi sanata para yatırmaya başlıyor. Sanatçı zengin oluyor ama parayı kullanmayı bilmiyor, şöhreti istemiyor. Sonra para mikrobu girdi sanatın içine, sanayileşmeye başlanıldı.

– O dönem propaganda aracı resim olmuş, sizce günümüzde propaganda aracı nelerdir?
Soğuk Savaş’ta mesela sanatta Sovyetler, Sosyalist Gerçekçilik; Amerika, Hukukçuluk… Orada istediğini yapıyor ve bunu Sovyet’teki kişi yapamıyor çünkü yapılması istenmiyor. Özgürce soyut resim yapacak olursa parti el koyacak, sanatını yapmasına izin vermeyecek, belki cezalandırılacaklar antikomünistlikle. Böyle bir dönemde Nâzım Hikmet, Moskova’da yaşıyor. Genç sanatçılar sergi açmak istiyor. Daha figüratif, Non-figüratif, daha soyut resimler. Devlet Komünist Partisi izin vermiyor. Nâzım Hikmet partiye baş kaldırıyor! Evine çağırıyor ressamları. Sergi evinde açılıyor. Şimdi özgürlük anlayışı böyleyken Batı bunu yapabiliyor ben yapamıyorum düşüncesi var. Ressamlar, farkına varmadan resimleri aktarıyor, Batıdakilere, milyonerlere o resimleri aldırıyor, sergiler açtırtıyor. Resimler Avrupa’da, Amerika’da dolaşıyor. Sovyetler Birliği bu meşhur insanları görsün, oradaki zanaatkârlar ülkelerinde özgürlük olmadığını daha iyi anlasınlar diye.

– Aslında siz romanda Nâzım Hikmet ile Caravaggio’yu birbirine benzetiyorsunuz, sanatçıya baskıdan yola çıkarak mı bu benzerliği yaptınız?
İkisine de haksızlık yapılması, yaptıklarının devletin hoşuna gitmemesi… Nâzım Hikmet’e ideolojisinden ötürü vatan haini dediler. Sovyetler Birliği’ne kaçmaya mecbur kaldı. Orada da dost bir muhalif çünkü komünizme inanıyordu. Sanatkâr isyanıyla rejimi eleştirmeye başladı. Yevgeni Aleksandroviç Yevtuşenko diye bir şair var: Anılarında Nâzım Hikmet’i evinde ziyaret ettiğini söylüyor. Kapıda bir patırtı gürültü, içeri giriyor. Nâzım Hikmet’in şoförü onun ayaklarına kapanıyor. Sovyetler Birliği’nin başında o dönem Stalin var. Bu adamı yok et, bir araba kazası süsü ver diye emir vermişler, 3 defa o emri geri alıyorlar. Türkiye’de de tehdit olmuş Nâzım Hikmet’e. Okunması yasaklanmış. Yalan söylemediği zaman sanatkâr, samimi olduğu zaman, o risk kaçınılmaz.

– Sanatçının topluma karşı bir sorumluluğu olmalı mı?
Çok tartışılan bir şey! Tek sorumluluğu kendisine bence ve yalan söylemesin yaptığı sanatta. Kendimize yalan söylemek de çok kolay. Ressam Altan Adalı, “En zor resim otoportredir.” demişti. Yalanı hemen yakalarsın otoportrende. Sanatın diğer dallarından da heykel, resim, sinema filmi aslında ürettiğimiz her sanat bizim bir yansımamızdır. Orada yalan söyleyip söylemediğini, kendini başkasına mı beğendirmek istiyorsun, rejimi korkutmamak mı istiyorsun hemen anlıyorsun zaten. Sorumluluk o, yalan söylememek.

-Kitapta ’Toplumun tepkisizleşmesi’ne değiniyorsunuz. Bu sessizliğin anlamı nedir?
Çok dayak yedik, yiyoruz da. Yaşam güçleşti. Orta sınıfın satın alma gücü daha az. Ben Ankara’da büyüdüm. Memur şehri. Memur ay sonunu getirirdi ve bir tek erkek çalışırdı, karısı evdeydi. Ay sonu gelirdi. Şimdi hem kadın hem erkek çalışıyor, bazen birlikte akşam sofrasını bile kurmaya vakitleri yok ve ay sonunu getiremiyorlar. Kredi kartı, borçlar, böyle gidiyor. Yani yaşam güçleşti, daha tehlikeli olmaya başladı. Rejimler daha sert, otoriter olmaya başladı.

– Biraz geriye gideyim. Hani hep şu konuşulur; “Rönesans yaşamadığımız için biz sanatı anlamadık, sanatı topluma entegre edemedik.” Ne dersiniz bu konuda?
Sanatçı eserini satmaya mecbur kalıyor çünkü başka işi yok! Devlet hepsine para versin. Resim, heykel yapsın sanatçı. Resmini satmaya mecbur kalmasın, özgürce çalışsın. Yani normal maaşa bağlansın. Çünkü affedersin, sanatçı da aç kalmamalı.

– Kitapta iklim krizi, ırkçılık, sanata yönelik baskılar, kadın gibi birçok konu, toplumsal olarak kendimizi ifade etmememiz var. Ülkemizde tüm bunlar yaşanırken herkeste bir gitme isteği var, sizce bu çözüm mü?
Bir yere gidiyorsan, dertten kaçmak için değil, yapamadıklarını yapabilmek için gidiyorsan, gidebilirsin, Türkiye’nin kaybı, dünyanın kazancı olsun. Çünkü o birey kendisini bulacak gittiği yerde. Yapmak istediğini yapabilecek. Sonuçta dünya kazanacak. O kişi ayrılmaya mecbur kaldığı bir ülkede hissediyorsa kendisini, ne o ülkeye yararı olur ne de kendisine…

– Belki bu soru da size çok sık geliyordur. Karamsarlık hâkim. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben dünyanın iyiye gittiğini görüyorum. Ankara’da oturduğumdan bahsetmiştim. Hafta sonları Atatürk Bulvarı’nda Harp Okulu öğrencileri, tören üniformalarıyla kılıç kuşanır piyasaya çıkar, kız tavlamak isterlerdi. Kızlar da tavlanırdı. Şimdi bir Harp Okulu genci böyle bir şey yapsa kızlar güler, adam kendinden utanır. Arkadaşları “Deli misin ya!” der. Şimdi bu 50-60 yıl içinde gençler artık ölmek ve öldürmek istemiyor. Bu müthiş bir şey, bir toplumda bu kadar kısa zamanda… Bu yeter bence.

– Peki kadınlardaki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz kendimizi mi tanımaya başladık ya da daha güçlü olduğumuzu mu fark ettik?
Yani daha güçlü olduğunuzu fark etmek değil. Kadın olarak zaten güçlüydünüz fakat o gücünüzü, kendinize ifade etmeye olanak tanınmıyordu. Kadınların özgür hayatı zenginleşti ve genişledi fakat yaşam koşulları daha da zor kadının, erkek dünyasında, erkeğin düzeni… Mesela kapitalizm erkeğin kafasından çıktı. Birçok dinin temsilcileri erkek. Kapitalizmde rekabet, erkek dünyasının rekabeti. Kadındaki rekabet anlayışı ile erkeğin rekabet anlayışı aynı olmayabilir ama kadın, erkek dünyasında o şirketin başında erkeklerin koyduğu kurallara göre o oyunu oynuyor. Yine o dünyanın mahkûmu, adı eşitsizlik olan bir düzende eşitliğini arıyor. Yani kadının orada kendisine bir tokat alması lazım! Daha huzurlu yaşatabilecek bir düzen kurulması lazım.

-Ülkemizde ve dünyada milliyetçilik ve dinciliğin arttığı söyleniyor. Bu doğru mu ya da bir algı mı?
Bence yükselmiyor tam tersi oluyor. Milliyetçilik, ulus devletle birlikte raf ömrünü tamamlıyor. Türkiye’den çok somut bir örnek vereyim: Cumhuriyet kurulduğunda, 1927-29 Atatürk de Nâzım Hikmet de dedem de milliyetçi, herkes milliyetçi. Bugün anket yapsanız, ülkenin yarısı kendisine milliyetçiyim der, vatanseverim der ama milliyetçiyim demez çünkü ulus devlet bitiyor. Düşünün Amerika’da, Fransa’da vatandaşlık satılıyor artık. Para basıyorsun, bir ev satın alıyorsun, sana vatandaşlık veriyor o ülke. Hangi milliyetçi zihin bunu kabul edebilir? Yani bunu kabul edebilen kendisine “Ben milliyetçi bir ülkeyim.” diyorsa kendini kandırıyordur.

– İstanbul’un sizin için çok önemli olduğunu biliyoruz. Büyük bir değişim yaşıyor. Sizi en çok üzen nedir bu kente dair?
Şikâyet etmemiz! Şikâyet et ama sonra da ne yapabilirim diye sor veya ne yapabiliriz? Ben de olayım yapılacak şeyin içinde, şikâyetle yetiniyorsam, şikâyeti iyi yapıyorsak o bizi öfkeli kılıyor. Güzelliğimizi alıp götürüyor. Edilgen kılıyor. Ne kadar edilgen olursak, şikâyet ettiğimiz güçler, daha da güçlenmiş oluyor. Bir sofrada, şikâyet üstüne şikâyetle sevişiyorsak o sevişmek değil; birbirimizi, birbirimizin rüyasını, iyi hissetme halimizi öldürmek demek. Bunu yapmayalım.

Yazarın Diğer Yazıları
“CEM KARACA’NIN GÖZYAŞLARI” Hiç mi Dinmeyecek?

“Merhaba gençler ve her zaman genç kalanlar…” Cem Karaca’nın hayatını anlatan “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filmi seyirciyle buluştu. Ben de usta sanatçı hakkında yapacağımız söyleşiye böyle başlamak istedim. Gençliğin verdiği cesareti ve coşkuyu hiç kaybetmeyen bir sanatçıyı anlatmaya böyle başlamalı…şlamalı… Benim, Cem Karaca ile tanışmam çocukluk yıllarında oldu. İlkokul öğrencisi bir kız çocuğuyken evdeki teypten çalan […]

Devamını Oku
GÜNDÜZ VASSAF: “Ben dünyanın iyiye gittiğine görüyorum.”

İtalyan barok ressam Michelangelo Caravaggio. İsmini doğduğu kasabadan alan ressamın kısa hayatı, kovuşturmalar, dövüş ve kavgalarla geçti. Ülkemizin en önemli aydınlarından biri Gündüz Vassaf, 16. yüzyıl resmine yeni bir yön vererek sanat tarihine damgasını vuran Caravaggio’nun izini sürdü, Ressamın İsyanı romanı yazdı. Türkiye ve dünya meseleleri hakkındaki düşünceleriyle gelecek kuşakları aydınlatan Psikolog Yazar Gündüz Vassaf […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku