Yaşar Kemal’i en iyi tanımanın yolu, onun kitaplarını okumaktır. Bunu en yalın haliyle, en açık seçik şekilde söyledikten sonra, kırk yıl boyunca süren dostluğumuzdan damıttığım “Yaşar Kemal Büyüsü ve Bütünlüğü” üzerine birkaç anımı paylaşabilirim. 1.Yıl, 1974… İzmir doğumlu, “Ben Anadoluluyum” diyen, ünlü Amerikalı sinema yönetmeni Elia Kazan İstanbul’a geldi. “Amerika Amerika” adlı filmi Türkiye’de yasaklandığı […]
Yaşar Kemal’i en iyi tanımanın yolu, onun kitaplarını okumaktır. Bunu en yalın haliyle, en açık seçik şekilde söyledikten sonra, kırk yıl boyunca süren dostluğumuzdan damıttığım “Yaşar Kemal Büyüsü ve Bütünlüğü” üzerine birkaç anımı paylaşabilirim.
1.
Yıl, 1974… İzmir doğumlu, “Ben Anadoluluyum” diyen, ünlü Amerikalı sinema yönetmeni Elia Kazan İstanbul’a geldi. “Amerika Amerika” adlı filmi Türkiye’de yasaklandığı için gelmeye de, otelde kalmaya da korkuyordu. Üstelik adeta gizli gelmişti. Hasbelkader geldi ve bizim eve yerleşti. Ona ne yapmak istediğini sorduğumda anında “Yaşar Kemal’le buluşmak” dedi.
Böylelikle Yaşar Kemal, Elia Kazan ve ben, gazeteden aldığımız bir araçla İstanbul’da başlayıp Truva, Bergama, İzmir diye bir hafta süren bir yolculuğa çıktık.
Truva’da Yaşar Kemal bize Homeros’un İlyada’sını anlatıyordu. Anlatıyor mu dedim? Anlatmıyor yaşıyordu…
Bergama’da, dolaşmaktan yorgun düşmüş, bir taşa tünemiştim. O zamanlar benden bin kat daha yaşlı olan bu iki adam, Elia Kazan ile Yaşar Kemal hoplaya zıplaya her taşa, her sütuna eğilerek tepelere tırmanıyordu…
Bir ara yanıma bir delikanlı geldi. Köylü bir çoban… “Kim bunlar?” diye sordu. Ben de ona “Neden sordun ki?” dedim.
Çocuk, “Deminden beri onları izledim. Biri Türkçe konuşuyor, öteki İngilizce ama bir anlaşıyorlar, bir anlaşıyorlar, ben bu işten bir şey anlamadım.” dedi. “Biri İngilizce öğretmenim (gizli geldi ya, öyle diyorduk), öteki Yaşar Kemal.” deyince çocuğun yüzü aydınlandı ve şöyle dedi:
“Ha o zaman anlaşıldı. Yaşar Kemal bu. Toroslar’da sularla, ağaçlarla, dallarla, çiçeklerle, böceklerle, arılarla bile konuşur anlaşırmış. Bu İngiliz’le mi anlaşamayacak!”
2.
1980 yazı… Bu kez Fransa’nın güneyinde Avignon kentindeydim. Dünyanın en görkemli, en çılgın, en büyük Tiyatro Festivali’nin yapıldığı yer.
Türk tiyatro yönetmeni (aynı zamanda akrabam) harika rejisör Mehmet Ulusoy, Nâzım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” oyununu sahnelemişti. Yaşar Kemal de oradaydı. Bir günlüğüne Mehmet Ulusoy’un oyununu görmeye gelmişti. Tiyatrodan ve kahvelerden çıkmıyorduk. Yaşar Kemal bizi çevresine topluyor anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu.
O gittikten sonra Fransız arkadaşlarım, kimdi o adam diye sordular. “Yaşar Kemal.” dedim.
Hepsi bir anda atıldılar, şaşkınlık içindeydiler… Biri “Ama çok normal bir insan gibiydi.” dedi.
Öteki, “Bu kadar büyük bir romancı, nasıl bunca sıradan bir insan gibi dolaşabilir?” dedi.
Normaldir, Çukurovalıdır demedim… Anlamazlar diye… Yalnız içlerinden birinin söylediğini hiç ama hiç unutmadım:
“Ben yıllarca Türklerden nefret ederek büyüdüm. Kin ve öfke duydum Türkiye’ye ve insanlarına…” diye başladı. Arkadaşım Ermeni’ydi.
“Öyle büyütülmüş, öyle koşullandırılmıştım… Sonra günün birinde Yaşar Kemal’in kitaplarını okumaya başladım. Çok etkilendim. Yaşar Kemal’i okudukça kin, öfke ve nefretin yerini sevgi aldı.”
Nefreti sevgiye dönüştüren insanı sarılıp öpemedi diye hayıflanıyordu şimdi karşımda… Nasıl olur da bu fırsatı kaçırdı diye neredeyse ağlamaklıydı!
Sonra bir şey daha söyledi: Ailede ona, Yaşar Kemal’e “Büyücü” adını takmışlar… Nefreti sevgiye dönüştürebildiği için büyücü…
3.
2002 yılıydı. Bir yazısı nedeniyle, DGM, (belleksiz bir toplumuz, belki DGM’nin ne olduğunu unutanlar vardır: “Devlet Güvenlik Mahkemesi” demek!) Yaşar Kemal’i “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farkı göstererek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği.” gerekçesiyle hapse mahkûm etmişti.
O sıralar TRT’de haftada bir konuşmalar yapıyordum. Daha doğrusu programa canlı yayınla katılıyordum… O hafta, bu karar nedeniyle devletimden utandığımı söyledim. Ertesi gün işime son verdiler.
Meğer TRT’de devletten utanılamazmış. Yani ne olursa olsun, asla devletten utanmak olmazmış. Bunu bilmiyordum. Ayrıca öğrenmeye de niyetli değildim… O programda söyleyemediklerimi yazıya döktüm: Şöyle:
Yaşar Kemal’in “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farkı göstererek kin ve düşmanlığa” değilse de bir şeylere karşı bizleri “açıkça tahrik” ettiği doğrudur.
Örneğin beni, ortaokul sıralarımdan beri yazdıklarıyla, romanlarıyla tahrik ediyor:
Ülkemin her yöresini, doğasını, tüm dağlarını, ırmaklarını, ovalarını, yaylalarını gidip görmem, tanımam için tahrik ediyor.
Bu doğada yaşayan birbirinden çok farklı insanları tanımam, anlamam, bu insanlar arasındaki ilişkileri öğrenmem için beni tahrik ediyor.
Haksızlığa karşı çıkmam için tahrik ediyor.
Yaşar Kemal’den okuduklarım beni yozluğa, yolsuzluğa, yokluğa karşı durmam için tahrik ediyor… İnsanın aşağılanmasına, onurunun çiğnenmesine karşı direnmem için tahrik ediyor…
Yaşar Kemal’in yazıları ve kitapları , Türkçeme yeniden ve yeniden sevdalanmam, Türkçenin muhteşem zenginliğini öğrenmem, Türkçenin tüm olanaklarından yararlanmam için beni tahrik ediyor…
Kısacası, doğrudur. Yaşar Kemal açıkça tahrik etmeyi sürdürüyor hâlâ…
İşin güzeli, çooook yıllar sonra, yasaklar ve yasaklayanlar unutulduğunda, Yaşar Kemal’in o koca yüreği toprağa karıştığında bile, “açıkça tahrik etmeyi” sürdürecek dedim.
Zaten sürdürüyor da…
4.
2007 Eylül. İtalya’da Milano’nun ünlü La Scala Operası’nda Yaşar Kemal’in 1953’te yazdığı “Teneke” operasının prömiyeri vardı.
“İnce Memed”den hemen sonra yazdığı, “Sağlam bir kitaptır” diye nitelediği eser için çok ünlü, dünya sanatında önemli yeri olan üç büyük isim bir araya gelmişti: Besteci Fabio Vacchi, eseri sahneye koyan efsanevi yönetmen Ermanno Olmi ve dekor, kostüm tasarımını yapan dünyanın önde gelen heykeltıraşlarından Arnaldo Pomodoro… Benim “Devlerin buluşması” diye nitelediğim muhteşem bir yaratıcı ekip!
Yaşar Kemal’i La Scala’da görmeliydiniz… Heyecandan ölüyordu! La Scala Operası’nın kat kat yükselen altın sarısı balkonları, locaları, kırmızı kadife koltukları ağzına dek doluydu… Millet akın akın gelmişti… Şeref locasında ev sahibi rolünde kraliçe edasıyla oturan Leyla Gencer’in yanında Yaşar Kemal, kocaman bir çocuktan farksızdı… Heyecanını gizlemeye çalışan kocaman bir çocuk…
Opera sona erip, millet ayağa fırlayıp alkışladığında, perde tekrar tekrar açılıp kapandığında, tüm koro, solistler, orkestra şefi selam verirken, yaratıcı kadroyla birlikte Yaşar Kemal de sahneye çağrıldı.
Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Sahneye çıktı. Durdu, durdu, herkesle birlikte birkaç kez selam verdi, sonra… Sonra ne yapacağını bilemedi. Ve yanı başında duran Pomodora’yı kucaklayıverdi. Ama ne kucaklayış! Sıcaklığı tüm operayı sardı. Sanki, “Sen misin Anadolu’yu sahneye taşıyan, işte Anadolu kucaklaşması” der gibiydi…
Bu sahneyi benim gibi gözyaşlarıyla izleyen bir İtalyan arkadaşım, sonradan şöyle diyecekti: “O kucaklaşma anı, tıpkı romanları gibiydi. Öylesine sahici…”
5.
Söylemek istediğim şu: Dünyanın ve ülkemin en önde giden romancısı… Çukurova’yı anlatırken, tüm dünyayı anlatan… Bir insandan yola çıkıp, tüm insanlığa işaret eden…
Tarihi, coğrafyayı, doğayı ve toplumu, mitler, efsaneler, türküler, düşler ve gerçeklerle yoğururken bir bilim adamı titizliği güden…
Toroslar’da ağaçlarla, sularla, dallarla, çiçeklerle, böceklerle, arılarla konuşup anlaşabildiği için dünyanın öteki ucuyla da iletişim kurabilen…
Türkçeyi kanatlandıran, Türkçeye ışık katan…
Toplumun düşleriyle, romancının yaratıcılığını bütünlerken, Gılgamış’a, Homeros’a uzanan, Faulkner, Çehov, Chaplin’den geçerek, daha güzel, daha iyi, daha mutlu bir gelecek için hepimizi kışkırtan…
Sonsuz çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve sahici olan Yaşar Kemal bir bütündür.
Nice 100 yaşlara sevgili arkadaşım Yaşar Kemal!
Yaşar Kemal’i en iyi tanımanın yolu, onun kitaplarını okumaktır. Bunu en yalın haliyle, en açık seçik şekilde söyledikten sonra, kırk yıl boyunca süren dostluğumuzdan damıttığım “Yaşar Kemal Büyüsü ve Bütünlüğü” üzerine birkaç anımı paylaşabilirim. 1.Yıl, 1974… İzmir doğumlu, “Ben Anadoluluyum” diyen, ünlü Amerikalı sinema yönetmeni Elia Kazan İstanbul’a geldi. “Amerika Amerika” adlı filmi Türkiye’de yasaklandığı […]
Devamını OkuArtık çok yoruldum; artık konferans, panel, açıkoturumlara paydos! Sivil toplum kuruluşlarında koşuşturmaya son! Bana mı kaldı, biraz da başkaları uğraşsın! Ne zaman böyle abuk sabuk sızlanmaya başlasam, gözümün önünde bir yüz belirir. O Türkan Saylan’ın yüzüdür. Karşısındakinin taa en içine, yüreğine bakan bir çift çakır göz! O bakış, insanı yargılamaz, sınamaz. O bakış, yalnızca, size […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku