Edebiyata sesi, ışığı ve anadolu tutkusunu kattı.
Devlet adamı ve tarihçi Şakir Paşa’nın
oğlu, Robert Kolej, Oxford Üniversitesi mezunu, Latince, Grekçe, İngilizce,
Fransızca, İtalyanca, Almanca ve daha birçok
dile egemen olan, babasını öldürme suçuyla tutuklanıp 18 yıl hapse mahkûm edilen, ancak bir
süre sonra aftan yararlanıp serbest kalan, yerli
ve yabancı dergilere yazarak geçimini sağlayan Cevat Şakir, acaba günün birinde “Halikarnas Balıkçısı” olacağını biliyor muydu?
Daha doğrusu, sürgün edilmesine neden
olan, o kaderini değiştirecek yazıyı yazmasaydı “Halikarnas Balıkçısı” olur muydu? Bence,
elbet olurdu. Halikarnas’ın değilse de Anadolu’nun başka bir köşesinin balıkçısı ya da
bahçıvanı olurdu.
O yazı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında,
asker kaçaklarının yargılanmadan kurşuna
dizildiklerini anlatan bir öyküydü. “Resimli Hafta” dergisinde yayımlanmıştı. Halkı
kışkırttığı gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi’nce sürgüne mahkûm edildi. Bodrum’a… Yıl
1924’tü ve Bodrum, Ege’nin en uzak, en çorak,
en unutulmuş köşesiydi.
Cevat Şakir’i herkes yakından tanısın
istiyorum. Sadece adını bilmekle yetinmesin.
Hem usta yazarlığını hem de çevreciliğini
bilsin. Bodrum Yarımadası’nı yeniden nasıl
yarattığını kavrasın! Tüm eserlerini okusun!
Ne müthiş bir edebiyatçı olduğunu görsün!
İçinde yaşadığımız bu acımasız vahşi yalan
dolan, hoyratlık döneminde onun gibi ilk
çevrecilere, doğa, deniz ve insan sevgisiyle
donanmış olanlara ihtiyacımız var.
İnsan, doğa tutkunluğu, bahçıvanlığı, balıkçılığının yanı sıra asıl uzmanlık alanı olan
antikçağ ve Anadolu uygarlığını incelemekten
asla geri kalmadı. Batı uygarlığının, Anadolu’dan kaynaklandığına inanıyordu. Ömür
boyu bunu savundu.
İnsanı sevmek için, doğayı, denizi, ağacı
sevmek için, Anadolu’yu sevmek için onu
tanımalı, onu okumalıyız.
•••
Halikarnas Balıkçısı’yla iki kez karşılaştım.
Çocuktum. İzmir’deydik. İlkinde “misafirlikteydik”. İkincisinde evimize gelmişti… Ben
altı, o altmışlı yaşlarındaydı.
İlk karşılaşmadan belleğimde kalan çatallı, pürüzlü, tutkulu, devasa bir ses… Bizi
görünce öyle bir kocaman “Merhaba!” çekti
ki benim ödüm koptu! Birkaç gün sonra bizim
evde bir telaş bir telaş… Cevat Şakir Kabaağaçlı, “Merhaba” dediğinde yeri göğü inleten
o yazar bize geliyormuş.
Geldi. Kapıyı ben açtım. Elim, kocaman eli,
ince uzun parmakları arasında kayboldu. (Çok
yıllar sonra Sevgili Azra Erhat, bana o ellerin,
yeryüzünün en güzel elleri olduğunu anlatacaktı!) Başköşeye oturdu. Ve gürül gürül anlatmaya
başladı. Hiç susmadı! Şimdi bugün bile gözümün
önünde: Elleriyle ve kocaman açtığı kollarıyla
anlatıyordu. Ha bire oturup kalkarak, havalara
fırlayarak anlatıyordu. En çok Bodrum’u, Bodrum’un denizini, doğasını, Bodrum’un insanlarını anlatıyordu. Herkes onu dinliyordu.
Ben daha o güne dek böyle bir adam görmemiştim. Ak düşmüş saçları çok uzun, çok
isyankâr, çok darmadağınıktı. Üzerine çok bol
gelen pantolonu, her ayağa kalkışta düşüyordu. Sık sık havaya saçılan o uzun parmaklar,
pantolonun kemersiz beline yapışıyordu. Her fırlayışta, gömlek de isyan ediyor,
her seferinde pantolonun içine
sokuşturmaya çalışıyordu. Bol bol küfür ederek
konuşuyordu. Çok
geçmeden biz çocuklar “hadi odanıza” diye
kışkışlandık… Kapı
aralığından, rüzgârlarla, dalgalarla yarışan
o ses bana ulaşıyordu.
Üstelik anlattığı o ilginç
şeylerden çok, sadece
küfürleri ve ayıp sözcükleri
duyar ve seçer olmuştum!
•••
O günlerde elbet henüz bilmiyordum
onun ne denli önemli bir yazar olduğunu…
Edebiyata sesi, kokuyu ve ışığı, aydınlığı kattığını da, o engin kültürünü de bilmiyordum.
Zaman içinde kitaplarını okuyarak öğrendim.
Bana soracak olursanız: Bir yazarı tanımanın en iyi yolu, onun tüm eserlerini okumaktır…
“Ege Kıyılarından”, “Merhaba Akdeniz”,
“Ege’nin Dibi”, “Yaşasın Deniz”, “Gülen Ada”, öykü
kitapları; “Aganta
Burina Burinata”,
“Ötelerin Çocuğu” romanları; “Anadolu Efsaneleri”, “Anadolu
Tanrıları” adlı inceleme kitapları,
hep 40’lı ve 50’li
yılların ürünleriydi.
Öykü, roman
ya da deneme inceleme… Tümünde dolu
dolu, coşkulu bir anlatımı
var. Bu anlatımı yerel renklerle
köpürtüyor. Şiirsel ve destansı bir dil kullanıyor. Engin bilgi ve kültür birikimi, anlattığı
ne olursa olsun, hem çok geniş bir ölçekten,
dünya ölçeğinden o konuyu ele almasını
sağlıyor, hem de okyanusun sonsuzluğunda
bir su damlası, bir kum zerresinin içtenliğini,
yalınlığını ortaya koyuyor.
“Uluç Reis”, “Turgut Reis”, “Deniz Gurbetçileri” romanları, “Mavi Sürgün” adıyla topladığı sürgün anıları 60’lı yılların; “Anadolu’nun
Sesi”, “Hey Koca Yurt”, “Gençlik Denizlerinde” 70’li yılların ürünleriydi.
Edebiyata sadece coşkuyu değil, sesi, ışığı,
kokuyu da kattığını görüyoruz…
Balıkçı’nın “Merhaba” öyküsü çok ünlüdür.
Merhaba öyküsünü, Balıkçı şöyle anlatıyor:
“Çook eski zamanlarda uzun yolda karşılaşan iki seyyah, diğerine zarar vermeyi
düşünmediğini düşmanca bir niyeti olmadığını
anlatmak için, yaylarını gerip, oklarını uzağa
atar ve ‘Mir heba’ yani ‘Okum boşa gitsin’ derlermiş. Zaman içinde bu söz, ‘Merhaba’ olarak
girmiş konuşma dilimize…”
Balıkçı’ya göre, merhaba demek “Benden
size kötülük gelmez.” demektir. Ayrıca “Sabah
şerifleri”, “akşam şerifleri”, “Allahaısmarladık” gibi sözcükleri de sevmez. “Bunların
yerine basarım merhabayı, olur biter.” der…
Bir de “merhaba” sözcüğü eski harflerle
yazıldığında yelkene benzer. Merhabayı sevmesinde bunun da etkisi vardır!
•••
Yıl 1967. Bodrum ortaokul çocukları, hastalanıp İstanbul’a giden Balıkçı’ya mektup
yazar, sorular sorar. İşte Balıkçı’nın verdiği
kimi yanıtlar: (Bunların tümü 23 Ocak 1979
tarihli Cumhuriyet’te yayımlanmıştır).
Deniz sevgisi ne zaman başladı?
“Saburluk durup dururken yedi metre boyunda çiçek açar. ‘Saburluk bu çiçeği açmasını
ne zaman aklına koydu’ diye sorulur mu hiç!
Ben mi denizi, deniz mi beni ne zaman seçtiğini
vallahi bilmiyorum…”
Turunçgilleri yayarken karşılaştığı güçlükler?
Ziraat Bakanlığı, gümrük, ormancılarla
mücadelesini anlattıktan sonra en acı anını
söyler: “İstanköy’den Bodrum’da çok güzel
olacak bir çeşit yaseminden bir saksı çiçek getirdim; şehadetnamesi yok diye, merasimle saksıyı
denize attılar. Yahu kurak yerde bir yaprak getirmemişlerin saksıyı denizde öldürürken gözümün
önüne idam sehpası geldi. Gözlerim yaşardı.
Ama kıramadılar gönlümü. Çabam hız aldı.” (Bu
yanıtta günümüzü düşünmeden edemedim!)
En sevinçli anı?
“Bütün Bodrum benim için çok sevinçli bir
anıdır.” dedikten sonra bir de örnek verir: Bodrum’da “Carmen” eserini Türkçeye çevirirken
İspanyol güzelinin saçlarına mimoza taktığını
okur. Neden Bodrumlu kızlar da takmasın diyerek Paris’ten mimoza tohumu getirtip her yere
eker. Günün birinde iki Bodrumlu kızın saçlarına
mimoza taktığını görünce en büyük sevinci olur!
Mosoleum’un British Museum’da bulunmasına çok kızan Balıkçı, bir gün İngiliz Kraliçesi’ne mektup yazar:
“Mosoleum’un derhal ait olduğu yere, Halikarnas’a geri yollayın. O ancak Arşipel mavisinin önünde güzeldir.”
Mektubuna kısa sürede yanıt gelir: “Geri
yollamamız imkânsız. Ancak bulunduğu yeri
Arşipel mavisine boyadık.”
İyi ki bu topraklara ve hayatımıza dokundun Halikarnas Balıkçısı!
Yaşar Kemal’i en iyi tanımanın yolu, onun kitaplarını okumaktır. Bunu en yalın haliyle, en açık seçik şekilde söyledikten sonra, kırk yıl boyunca süren dostluğumuzdan damıttığım “Yaşar Kemal Büyüsü ve Bütünlüğü” üzerine birkaç anımı paylaşabilirim. 1.Yıl, 1974… İzmir doğumlu, “Ben Anadoluluyum” diyen, ünlü Amerikalı sinema yönetmeni Elia Kazan İstanbul’a geldi. “Amerika Amerika” adlı filmi Türkiye’de yasaklandığı […]
Devamını OkuArtık çok yoruldum; artık konferans, panel, açıkoturumlara paydos! Sivil toplum kuruluşlarında koşuşturmaya son! Bana mı kaldı, biraz da başkaları uğraşsın! Ne zaman böyle abuk sabuk sızlanmaya başlasam, gözümün önünde bir yüz belirir. O Türkan Saylan’ın yüzüdür. Karşısındakinin taa en içine, yüreğine bakan bir çift çakır göz! O bakış, insanı yargılamaz, sınamaz. O bakış, yalnızca, size […]
Devamını OkuZaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]
Devamını OkuBeykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]
Devamını Oku