Mahmut TEMİZYÜREK
Tüm Yazıları
Binboğalar, Çukurova ve Yaşar Kemal Mucizesi
Ana Sayfa Tüm Yazılar Binboğalar, Çukurova ve Yaşar Kemal Mucizesi

“En gerçekçi romanım” diyordu Yaşar Kemal,“Binboğalar Efsanesi” için.

İnsanlığın en
eski ve en eşitçi yaşama biçiminin son damlasının öyküsüdür konusu. On bin yıl boyu süregelen
toplum tarihinin son ucu, eriyen son damlasının
öyküsü. Romanın girişinde Haydar Usta’nın seslenişi
de kaybolmakta olan bu tarihin son çığlığıdır:
“Hay bre koca Allah… Çukurda bir kışlak ver bana
kışlayım. Aladağ’da bir yaylak ver yaylayım. Eskiden
vermiştin ne oldu? Eskiden vermiştin neden geri
aldın? Hay bre boz atlı, yeşil donlu Hızır senden de
imdat umarım. Bu gece varır huzurunda dururum,
yardımını dilerim. Ala gözlerini görürüm. (…)”
Karaçullu benzeri dünya toplumları, 19.yy’dan
sonra Batılı toplum bilimcilerin çok önemli bir
merak konusuydu. İnsanlık tarihinin ilk toplumsal
nüvesi nasıl bir yapıdaydı? Bir destan gibi hatırladıkları geçmişleri için sayısız anlatıları, masalları,
menkıbeleri olan bu toplumlar, sözlü kültür hazineleri, bugüne nasıl kalabilmişlerdi? Yaşar Kemal’in
göçebeleri, on binlerce yıl boyunca yaşar kalabilme
yeteneklerini, birkaç yalın inanca dair bozulmamış
geleneğe dayandırıyordu: Kutsal saydıkları sazın,
yalana gerek duymayan hakikatli sözün, büyülü
nefes üfleyen kavalın ve nice devletler kurmuş kutsal kılıcın üzerine kurulu yalın ve doğal bir inanç.
İnsanlığın başlangıçta bulduğu, özel mülkiyetsiz,
devletsiz, baskısız bir otonom toplum biçiminin
son örneği. Bu toplumlar bilgiç bazı birilerinin
dediği gibi “ilkel” değillerdi. Haksız yere “ilkel” diye
adlandırılan bu toplumların kıymetini İbn Haldun,
Giambattista Vico, L. H. Morgan, C.L. Strauss gibi
bilimde çağ açan bilginler anlamışlardı. Andığım
bilginler, özetle şunu diyorlardı: “Karaçullu gibi
toplumlara iyi bakın, kaybettiğin her şeyi o aynada
görürüsünüz.” Karaçullu obası üyeleri birbirlerini
sadakatle benimseyerek yaşarlar. Kendi aralarındaki her türlü adaletsizliği çözebilecek bir gelenekleri
vardır. Sınıflaşma yoktur, işbölümü vardır yalnızca.
Tarih biliminin “komünal demokrasi” diye tanımladığı, kadın ile erkeğin büyük oranda eşit olduğu
bir ortaklaşmayı asırlar boyu olabilecek en barışçı
yolla yaşayagelmişler. Hızır’ın elçisi sayacak kadar
yücelttikleri dervişlere, kutsal saydıkları gezgin
âşıklara, derin kavrayışlı bilge dedelere, deneyim
yüklü yaşlılara saygılarını asla yitirmemişlerdir.
İhtiyaçlarına, yaşamsal borçlarına ve kozmik evren
yasalarına dair tutarlı bir metafizikleri vardır. Hayat
görüşlerini ve bireysel ahlak ilkelerini üç sözcüğe
indirgeyecek kadar yalın ve derin bir öz-bilinçle yaşarlar: “Eline-Beline-Diline”. Bu üçlü yasa,
Horasan kökenli bu tasavvuf ahlakı, bu toplumun
anayasasıdır. Yazarın “insanın insana davranışın
en incesi” diye nitelediği türküleri, Alevilerin “Telli
Kur’an” dediği saz eşliğinde söylenir. Bu sayede
toplumsal birliği sağlayan kelam, şiirsel bir düzenle
yerleşir belleklerine. Müzik ve şiir yoluyla geçmişi hafızada tutmayı sağlayan, çok eski ama çok
sağlam bir yöntem bulmuşlardır. Müzikle, dansla,
ritimle, sembollerle bezenmiş bir hafıza tekniğidir
bu. Demir eritmeyi, hayvan eğitmeyi, çadırlarını,
kilimlerini bir sanat yapıtı gibi işlemeyi de bilirler.
Tohum denen mucizeyi, süt denen gizemli nesneyi
bu toplumlar bulup insanlığa armağan etmişlerdir. Yoğurt, peynir, keşkek, yağ benzeri ürünleri
bulmuşlardır. Yazılı kültürle tanışmamışlardır
henüz, her şey “söz”, “kelam” üzerinde ve hafızaya
yerleşiktir. Dilleri, gönülleri masalla, destanla, ağıtla, türküyle, semahla biçimlenmiştir. Kadın-erkek
ayrımı yoktur. Kadın da erkek de her işi yapar, evde
ya da mecliste her düşüncesini söyleyecek eşitliktedirler. Obayı sıkı sıkıya bir arada tutan geleneksel
asabiye ahlakı, bütün dış saldırılara rağmen hiç
bozulmamış, aksine güçlenmiştir.
Gün gelir Karaçullu obasının ayak bastıkları
her yerde daha önce hiç karşılaşmadıkları birileri çıkar ve şöyle der: “Buralar benim mülküm, ya
bana bedel ödersiniz ya çekip gidersiniz.” Bu göçebe
toplumun yüzyıllardır konup göçtüğü yaylaklardan,
kışlaklardan başka gidecek hiçbir yerleri yoktur.
Çukurova’daki yerleşik yaşam onlar için bir ölüm,
bir cehennem demektir. İnandıkları Allah’tan ve
yardımcısı “Ala gözlü Hızır”dan başka sığınacakları
ne bir yakınları, ne bir akılları, ne de tanıdıkları, ne
de onları sahiplenecek yiğit, cömert beyleri kalmıştır. Mülk sahibi zorbalarla hiç bilmedikleri bir şeye
girişmekteydiler: pazarlık. Bildikleri tek şey armağan
(potlaç) vermekti; ama şimdi bilmedikleri pazarlık
denen şeyi yaşamak zorundadırlar.
En güvendikleri çare ise Haydar Usta’nın otuz
yıldır çalıştığı, bitmesini her an bekledikleri ‘kılıç’tır.
“Daldan eğme değil kökten sürme” demirciler
ocağının Haydar Usta’sı gece gündüz çalışıp dövdükten ve bir de altın varak sihirli yazıyı işledikten
sonra, alıp kılıcı yanına, Adana’ya inecektir. Eski
zamanlarda armağan olarak işe yaramıştı bu kılıcın
benzerleri. Devletliye böyle bir kılıcı sununca,
devletli de, varın gidin dilediğiniz yerde yaşayın demişti. Aşiret beyi Ramazanoğlu’na, onu bulamazsa
İsmet Paşa’ya, onu da bulamazsa Menderes’e, “taa
Ankara”ya gidecektir. Bu bölümün bitişinde Haydar
Usta’yı derin bir umutsuzluk, bitmez bir keder
bürüyecektir. Her açıdan kuşatılmışlardır: Toprak
ağası, yeni yetme Çukurova zengini Oktay Bey der
ki: “Size kışlak-yaylak veririm, ama Ceren’i bana karı
verirseniz.” Bir başka “mülk sahibi” der ki: “Elinizde-avucunuzda ne varsa verin ki ben de size bir kışlak
yeri vereyim.” Kimi mülk sahipleri şart bile koşmaz;
bir gece obanın kıl çadırlarıyla beraber hayvanları
dâhil tüm varlıklarını yağlı çırayla yakmaya kalkışırlar. Buna benzer olaylardan birinde, Halil, saldırganlardan birini vurup, dağa çıkmak zorunda kalmıştır.
“Mecburcu” bir eşkıya türüdür Halil, celladı peşinde
dolaşan, İnce Memed gibi bir sosyal isyancı. Jandarma onbaşı, tam bir “ali kıran baş kesen” cinstendir,
çaresiz Karaçullu’dan haraç koparma peşindedir.
Öyle ki Haydar Usta’nın torunu Kerem’e Hıdrellez
gününde Hızır’ın armağan diye gönderdiği şahini
bile kendi oğlu için almıştır. Kayıtlı oldukları devlet
ya jandarmadır ya da ulaşılmaz bir şeydir; nerededir,
ne yapar bilmezler
Son çare, soylarının en yeni güzeli, ilahi bir
tanrıçası gibi gördükleri Ceren’i, ona deli divane
olan toprak ağasının oğlu Oktay Bey’e “karı” olarak
vermeye ikna etmektir. (Karı, alınıp erkeğin ailesine
karıştırılmış kadın, demektir, Orta Asya Türkçesinden kalmadır.) İnsan-kurban sunumudur bu aslında.
Ama bu tür bir geleneklerinde yoktur. Ceren, obanın
delikanlısı Halil’e âşıktır. Oba içinse iki gönül arasına
girmek, günahların en büyüğüdür. Ceren’in iradesi
Ceren’indir. Bu iradeyi sevgilisi Halil bile gasp edemez. Ne Ceren’e ne Halil’e kıyabilirler. Ama kurtuluş
için son çare budur: Ceren’i zengin toprakları olan
Oktay Bey’e karı olmaya etmek. Bu bölüm kişi iradesi, toplum dileği, aşk, güzellik, kadın, özgür aşk,
evlilik kurumu ve mülkiyet kavramlarını ve daha
birçok şeyi tartışma gereği duydukları bölümdür.
Özel mülkiyet yasalarıyla nasıl karşılaşıp şaştıklarının öyküsüdür bu bölüm. Ceren’in aşkına bağlılıkları
baskın çıkar.
Nihayet dertlerini yazacak birini, Adana hükümet konağının önünde bulurlar: “Arzuhalci Kör
Kemal”i… Yani o yıllarda arzuhalcilik yapan 27
yaşındaki Yaşar Kemal’i. Kimdir bu delikanlı? Ortaokul terk olmasına rağmen nasıl olmuş da insanlık
tarihinin son damlasını mikroskopla incelercesine
benzersiz eserler yazabilmiş, bütün dünya halklarını
kendine hayran bıraktırabilmiştir?
Yaşar Kemal mucizesi için burada yalnızca şunları
yazabilirim: Van Gölü kıyısındaki Ernis köyünden göçüp Adana’da Hemite adlı Türkmen köyüne konan
bu ailede bellek hazinesi değerinde iki kadın, büyükanne Hıdre Hatun ile anne Nigar Hatun olmasaydı;
sözlü kültürün yegâne olanağı hafızadan başka
hiçbir hatırlama dayanağı olmayan bu ailenin evine,
Kürt halkının kutsallık derecesinde sevdiği, dengbej
Evdalê Zeynikê misafir olup, diz kılarak klamlar söylemeseydi; daha toyken âşıklık etme heveslisi Kemal
Sadık’a bu büyük dengbej ailesi tarafından sık sık
hatırlatılmasaydı; Çukurova’da Karacoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Yunus’u bilmeyene acıyarak bakılmasaydı;
Kozanoğlu Ayaklanması yaşanmasaydı; o savaşın
ağıtları, Dadaloğlu’nun türküleri, her buluşmada bir
daha anılmasaydı; Binboğa Dağları’nın her bir koyağında on bin yıllık ağıtlar, kadınlar-erkekler tarafından yazı yazmayı bilen “Âşık Kör Kemal”e özene bezene dikte ettirilmeseydi; ayağı tez, yüreği aklından
da geniş bu delikanlı, Binboğa’nın her varlığını kuru
bir folklor derlemesi olsun diye değil, hayat memat
meselesi olarak görmeseydi; Nâzım Hikmet’in dışarıdaki aklı ve kolu gibi çalışan Arif, Abidin ve Güzin
Dino bu delikanlıyı erken yaşta bulmasaydı; her bir
şeyi ilk kez görmüş gibi, çocukken birini yitirip kalan
tek gözünde kocaman bir teleskopla yeni bir yıldızı
keşfedercesine inceleyen bir kâşif gibi anlatmayı
yaşam yoluna dönüştürmeseydi; Yaşar Kemal diye
bir yazar doğmayacaktı.

Yazarın Diğer Yazıları
Ressam Komet – Şair Komet

Komet de göçtü. Seksen bir yıllık ömrünün ardında sayısız resim, birkaç kitap dolusu şiir bırakarak...

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku