Kürşat BAŞAR
Tüm Yazıları
Farklı Evler, Farklı Zamanlar, Farklı Hayatlar
Ana Sayfa Tüm Yazılar Farklı Evler, Farklı Zamanlar, Farklı Hayatlar

Hayatım boyunca bir sürü farklı yerde oturdum, yaşadım.

Şimdi o evlerin çoğunu ayrıntılarıyla hatırlamakta zorlanıyorum.

Hatta gidip bulmaya çalıştığımda yerine bambaşka binalar yapıldığını ya da benim hatırladığımdan çok farklı olduğunu görüyorum.

Önce odalar vardı.

Çocukluğumun geçtiği evlerdeki…

Herhâlde belleğimde yarım yamalak yer etmiş ilk ev, Yıldız’da iki katlı ahşap bir evdi. Ama orayı belki de o bebeklik günlerimden değil de daha sonra ziyarete gittiğimiz zamanlardan hatırlıyorumdur.

Şimdi yerinde kocaman bir apartman var. Çevrede yine eski evlerde oturan insanlar elbette artık yok. Hepsi yıllar önce göçüp gitti. Evler de o eski sevimli sahipleri gibi göçüp gitti. Yerlerine bir örnek, sevimsiz binalar yapıldı.

Barbaros Bulvarı, Darphane, Yıldız neredeyse ilkokula başlayana kadar oturduğumuz yerlerdi. Zaten dayımlar, anneannemler ve yakın dostlarımız da bu çevredeydi. O zamanlar geniş bahçelerde koşturup dururduk. Biz küçüktük ya evler de küçüktü.

Hâlâ bugün bile herhâlde o anıların etkisiyle ne zaman bulvardan aşağı insem karşımda denizi görünce hele ki bir bahar günüyse garip, nedensiz bir heyecan duyarım.

Belki İstanbul’dan uzaklara taşınıp sonra yeniden döndüğüm günleri hatırlarım.

Ne tuhaf bu evlerin hiçbiri yok artık. Hatta teyzemlerin Yeşilköy’deki evi de yok. O tek katlı ahşap yalı da apartmana dönüştü. Zaten artık önünden kocaman bir sahil yolu geçtiği için yalılık hâli de kalmadı.

Bir zamanların bu güzel sayfiye semti artık kentin çekim alanlarından biri… Sokak aralarında hâlâ tek tük eski konaklar, yıkılmaya yüz tutmuş, birbirine yaslanmış eski Rum evleri var…

Sonra Ankara… Kavaklıdere’de yine küçük bir apartman. Oradaki odamı da hatırlamıyorum. Ağabeyimle bir ranzayı paylaştığımız odanın bir balkonu var mıydı o bile çıkmış aklımdan.

Yıllar sonra gittim, epeyce aradım. Sonunda buldum. Kocaman bir bahçe bekliyordum ama gördüm ki benim o saatlerce oynadığım bahçe aslında avuç içi kadar bir yermiş.

Belki oradaki odamı hatırlamıyorum ama o apartmanı ve oradaki hayatı unutmam imkânsız Herkesin birbiriyle dost olduğu, neredeyse herkesin kapısının birbirine sürekli açık olduğu, çocukların kendi evleri gibi herkesin evine girip çıktığı, yiyip içtiği, bizden biraz büyük ablaların, ağabeylerin sinemaya giderken bile bizi yanlarında götürmeye üşenmediği bambaşka bir yerdi orası. Artık böyle evler var mı bilmiyorum.

Ankara’da birkaç ev değiştirdik. Bunlardan biri Kurtuluş’ta o dönem için gökdelen sayılacak 12 katlı bir apartmandı. Orada belki komşuluk öyle fazla olamıyordu ama çok fazla çocuk olduğu için sürekli bahçede, sokakta oynayıp duruyorduk. Hatta akşamları bile… Eğer çok yağmur çamur varsa, iki daire arasına bir pinpon masası yapıp turnuva düzenlemişliğimiz de vardır… Öyle komşuların birbirine çemkirdiği, misafir araçların park etmesinin yasaklandığı, gürültü yüzünden polis çağrıldığı yerler değildi… Kapıda güvenlik filan da yoktu. Veli ağabeyimiz vardı ki hem her işe yetişir hem de çocukları kollardı.

Ankara’daki son evimiz sanıyorum şimdilerde yerine kentsel dönüşüm yapılan eski Saraçoğlu evlerindeydi. Orayı hiç sevmemiştim. Eski, karanlık, soğuk bir evdi. Benim odam da öyle dardı ki, yatakla çalışma masamın arasına ancak bir tabure sığabilmişti. İki yıl ortaokulu Lefkoşa’da okudum. Oradaki evimiz de tek katlıydı ve Rum mevzilerine birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Savaşın hemen ardından çatışmalar devam ettiğinde korku içinde sabahlardık. Oradaki odamı severdim. Eski bir evdi ve kışları soğuk olurdu ama büyük camları olan, yazları serin, loş bir odaydı.

Daha sonra Rauf Denktaş’ın çalışma ofisi olarak kullanıldı. Onu ziyarete gittiğimde “Bak, senin odanda oturuyorum.” diye bana takılmıştı. Tabii o evi de olduğundan çok büyük hatırlıyordum ve yeniden yıllar sonra görünce epey şaşırmıştım. Doğubeyazıt’taki odam doğruca görkemli ve her zaman karlı Ağrı Dağı’na bakıyordu. Babam, “Sana
Ağrı Dağı manzaralı odayı verdik, kıymetini bil.” diye dalga geçerdi. Belki ilk aşkımdan, arkadaşlarımdan kopup
bambaşka bir dünyaya geldiğim için ilk satırlarımı yazmaya sanırım o odada geçen soğuk öğleden sonralarda başladım. Ve üniversite yıllarında ilk evime geçtim. Nişantaşı’nda küçük bir bahçe katıydı. Yeşillikler içindeki bahçeye bakan sakin bir yerdi. Asıl hikâyelere de orada başladım. Sonra Ayazpaşa’daki eski, püskü bodrum katı. Penceresinden bir avlu ve köpekler dışında birşey görünmeyen tek odalı bir ev.

“Kış İkindisi’nin Evinde”, “Konuştuğumuz Gibi Uzaklara” o evde o karanlık kış günlerinde yazıldı. Yalnız bu kadar değil. Hayat boyu daha pek çok evde oturdum. Kiminde iğreti bir misafir gibi kiminde bir sevgiliyle… Başka kentlerde, başka ülkelerde… Hemen hepsinde bir şeyler bıraktım. Kitaplar en çok… Anmalıklar… Çünkü anıları yanımda taşımayı sevmem. Eşyaya da bağlılığım yoktur. Her dönem, her ev yeniden kuruldu, hayat her keresinde yeniden başladı. Yine de zaman zaman, bütün hayatı boyunca aynı yerde oturmuş, aynı okullarda okumuş, ilkokul
arkadaşlarıyla hâlâ çoluk çocuk görüşen arkadaşlarıma biraz gıptayla bakarım. Kendi kendime derim ki “senin aslında hiç evin olmadı, bir kaplumbağa gibi onu sırtında taşıdın her yere…”

 

Yazarın Diğer Yazıları
Afiyet Olsun

İstanbul’da, Taksim’de, Gezi Parkı’nın hemen önünde açılan ilk ünlü fast food restoranını hatırlar mısınız? O güne kadar Amerikan tarzı hamburgeri;sanırım Ankara Çankaya’daki bir bahçede, bir de Çeşme Ilıca’da yemiştim. İstanbul Şişli’de ünlü bir hamburgerci de vardı ama o daha çok kendine özgü bir hamburgerdi: Kristal. McDonald’s Taksim’de açıldığında günlerceönündeki kuyruk bitmek bilmemişti.Elbette dünyanın en büyük […]

Devamını Oku
Dedemin kulaklığı ve eski, ahşap radyo

Dedemin, İsmet İnönü’nünki gibi sol kulağından hiç çıkarmadığı bir kulaklığı vardı.

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku