Halil İbrahim ÖZCAN
Tüm Yazıları
Kırılgan Öykülerin Yazarı: Nazmi Bayrı
Ana Sayfa Tüm Yazılar Kırılgan Öykülerin Yazarı: Nazmi Bayrı

Kırılgan Öykülerin Yazarı: Nazmi Bayrı

-Yazarın coğrafyası, yaşamı yazdıklarına yansıyor, elbette bunun sizdeki karşılığını gördüğümüz öykü kitaplarınızdan söz ederek başlayalım isterseniz.
Öncelikle bana değer verip İstasyon’da sayfa açtığınız için çok teşekkür ederim. Derginizin her sayısında yazarlarla yaptığınız söyleşileri dikkatle okuyup izledim. Bir yazarın, hele de bir yazar adayının bugün kendisini okura
tanıtabilmesi hem güç hem de çok kolay. Hakkıyla, emeğiyle uzun bir süreçte öne çıkmış yazarların, şairlerin yanı sıra maalesef parlatılan, popüler hale getirilen yazarlar, şairler çoğunlukta olduğunu düşünenlerdenim ben.

-Tespit senin tespitin, bir şey söyleyemem ancak öyle olmadığını düşündüğüm, benim has yazarlar dediğim epeyce insan da var.
Yazın dünyasını ne yazık ki flu, bulanık, bir duruma sokmakta, sağlam, iyi yazarların, şairlerin gölgede kalmasına neden olmaktadır. İşin güçlüğü budur. Kolaylığı ise iletişim çağında olmamız, sanal ortamda her yere kolayca
ulaşabilmemizdir. Bu kolaylık; geçici, çok çabuk unutulan mecralarda dolaştırmaktadır yazarı. Bu da zaman kaybıdır, yazarın, şairin ürettiğinin kalıcı olmasına engeldir. Yazarın geldiği, bulunduğu coğrafya, haliyle yazdıklarına yansır… En azından benim için böyle. Yaşar Kemal, “Her yazarın bir Çukurova’sı vardır.” demişti. Evet, her yazarın, şairin bir coğrafyası vardır; bu, ayrımında olmasa da yazdıklarına yansır. Tahsin Yücel’in “Haney Yaşamalı” diye bir öyküsü var. Bu öykü Tahsin Yücel’in geldiği coğrafyada -Elbistan’dayaşamış ve genç erkeklerin sevgilisi olmuş bir kadının öyküsüdür. Elbistanlı yazar arkadaşım Adil Ersoy, “Haney” kadından ayrıntılı olarak söz etti bana. Buna Köy Enstitülü yazarları katabiliriz. Neredeyse hemen hepsi bulundukları ya da doğdukları coğrafyayı, o coğrafyada insana dair halleri, gelişen olayları hikâyeleştirmiş veya romanlarını, şiirlerini yazmışlardır. Sözgelimi, Fakir Baykurt’un “Irazca Ana”sı öyle değil mi? Orhan Kemal’in “Murtaza”sı kendi coğrafyası olan Adana’dan değil mi? O kadar çoğaltabiliriz ki bu örnekleri. Dünya edebiyatına baktığımız zaman da bunu açıkça görürüz. Modern edebiyat için böyle, ancak postmodern edebiyat için başka sözler edilebilir. Elazığ Merkez Koruk Köyü’nde doğup ilkokul üçüncü sınıfa kadar köy okulunda okumam, ardından şehre göçümüz ve sonrasındaki yaşamımın geçtiği kentler yazmama da itici güç olmuştur. Adana, Diyarbakır, K. Maraş, Kocaeli, Mersin, Alanya, Finike…

-Epey dolaşılmış yaşanmış yerler.
Bugüne kadar altı öykü bir de anlatı kitabım oldu. İlk kitabım Otel Atlantik, sonra sırasıyla Uçurtmalar, Güz Buluşmaları, Kırgın Öyküler, Kırık Öyküler, Kırılgan Öyküler ve Yüreğimdeki Adana Kesitleri.

-Öykü nedir diye sorsam size; yani sizin öykü anlayışınız nedir, öykü neyi, nasıl anlatmalıdır size göre?
Toplumcu gerçekçi damardan beslendim ve bugünkü dünyada bu damarın dışında kalan yazarları da anlamış değilim. Bu kadar sıkıntının olduğu bir dünyada başka ne yazılabilir ki? Açlık, yoksulluk, savaşlar, çevre kirliliği, doğa katliamı, sıradan, küçük insanın yok sayılması, küçük burjuvaların absürt davranışları, yaşamları… Böylece öykü anlayışım ortaya çıkmış oluyor. Öykü, tabii ki insana dair durumları anlatmalıdır. İnsanın insanla, toplumla, doğayla olan serüvenine değinmelidir. Nasıl anlatmalı konusu ise yazarın birikimine, üslubuna bağlıdır. Klasik anlatı yolunu seçebileceği gibi, kendi tarzıyla anlatabilir. Yeter ki taklide kaçmasın, kendisi olsun, kendi dilini bulsun, öyle yazsın. Adnan Özyalçıner kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor, “…başı ile sonu arasında bir çerçeve çizmeniz, o arada bir söylem dile getirmeniz ve başı ile sonunu ilintilendirmeniz gerekiyor. Öykünün bir getirisi, mesajı olması lazım…” Sabahattin Ali de, “Öykünün bir işlevi olmalıdır.” diyor. Öykünün bir işlevi, bütünlüğü olmalıdır.

-Kısa öykülerin yanı sıra uzun öyküler de yazıyorsunuz. Kitaplarınızdan “Kırgın Öyküler” bütünüyle kısa, küçürek öykülerden oluşuyor. “Kırılgan Öyküler” kitabınızda ise küçürek, kısa öyküler ile uzun öyküler iç içe. Ne söylemek istersiniz?
Bu bilerek denediğim bir biçem değil. Zaman içerisinde yazdığım ve uzunca bir süre kenarda beklettiğim öykülerdir. Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında örnekleri çoktur. Ferit Edgü’den Tarık Günersel’e, Ernest Hemingway’e
kadar uzanır. Dediğim gibi okumalarım, birikimim öyle yazmamı sağlamıştır. Tek, bazen iki-üç satırlık öykülerin yanı sıra uzun öyküler de yazmışımdır. Bir öykünün uzunluğu, kısalığı onun neyi, nasıl anlattığıyla ilintilidir. Öykü bittiği yerde bitmiştir. Ha elli sayfa ha tek satır.

-Arka arkaya yayımlanan üç kitabınız bir üçleme gibi. “Kırgın Öyküler,” “Kırık Öyküler,” “Kırılgan Öyküler,” neden bu kırgınlık, kırıklık, kırılganlık?
Bunu biraz da bilerek seçtim. İlki “Kırgın Öyküler”de hem kırgındım hem de yazdığım öykülerin içeriği öyleydi. Yaşama, insanlara, yazın dünyasına kırgındım. Daha önce yazdıklarıma da “Boynu Bükük Öyküler”, “Arkasız Öyküler” adlarını vermeyi düşündüm. Gerçekten boynu büküklerin, ezilmişlerin hayatlarından kesitleri yazmıştım. Benim de boynum bükük oldu hep. İyi niyetli, dürüst insanlar yok sayılıyor, görmezden geliniyor bu ülkede. Kendimi de böyle görüyorum. Kırgınlığımı dile getirmekistedim.Ardından, ayrımında olmayarak “Kırık Öyküler” geldi. Geçişli, nehir öykülerden oluşan kitapta kırık yaşamları yazmıştım. Kentte, kırsalda geçen hüzünlü hikâyelere değinmelerdi. İki kitap böyle gelince yine akademisyen, yazar arkadaşım Mustafa Günay üçüncü kitabın da kırılma üzerine olmasını önerdi. Benim de kafama uydu onun düşüncesi. “Kırılgan Öyküler” adını verdiğim dosya çıkmış oldu ortaya. Bu kitapta da uzunu kısasıyla “kırılgan hayatlar” söz konusu. Sanki bizler yaşamda hep kırgın, kırık,
kırılgan değil miyiz? Hemen alınıyoruz ufacık, ceviz kabuğunu doldurmayacak şeylere. Daha çok ilgi, sevgi bekliyoruz herkesten. Görülmek, beğenilmek istiyoruz. Tıpkı çocuklar gibiyiz. Belki de insanın doğasında vardır bu.
Hayvanlar, hele de çocuklar, ne kadar da sevgiye muhtaçlar. Sevgi besliyor onları en çok. Bitkiler için de böyle sayılır. Herkes hayata kırgın, kırık, kırılgan bakıyor içten içe. Edebiyatımızda kırgınlık, kırıklık, kırılganlık üzerine şiirler, öyküler, romanlar oldukça fazla. O gözle bakıp incelediğimizde tek tek ortaya çıkarabiliriz. Bunun üzerine metinler yazılıp söyleşi bile yapılabilir.

-İlk kitabınız “Otel Atlantik” için usta öykücümüz Osman Şahin, “Güz Buluşmaları” için yine usta öykücümüz Hidayet Karakuş arka kapak yazılarında öykücülüğünüze el vermişler; “Uçurtmalar” kitabınıza ise yazınımızın değerli üstadı Lütfü Kaleli… Ne dersiniz?
Ferit Edgü, Sait Faik’in (Abasıyanık) bir imza gününde bulunuyor ve usta öykücümüzün bir kitabını satın alıp imzalatıyor. Sait Faik imzalarken şöyle yazmış. “Öykücüden öykücüye dostlukla, sevgiyle…” buna yakın ya da. Ferit Edgü, “İşte o zaman artık yazar olduğuma inandım.” diyor. Yine değerli şairimiz, hemşerim rahmetli Adnan Yücel’i iğnelemek için baş başa olduğumuz bir anda, “Herkes şair bu ülkede, matbaaya gidip kitap bastırıyorlar, şairim diye ortada dolaşıyorlar. Sizi de öyle görüyorlar.” gibisinden densizce sözler sıraladım. Bunun üzerine, “Ben önce işin mutfağı sayılan, nerdeyse bütün dergilerde yazdım. Hasan Hüseyin Korkmazgil, ‘Adnan sen artık görücüye çıkmalısın. Yayımlanmış şiirlerini bir kitapta toplama zamanın geldi,’ dedikten sonra ilk kitabımı çıkardım.” dedi. Evet, el almak gerektiğine inanıyorum. Öncelikle dergiler, internet dergileri dahil, ardından üstatlar.

-Heyamola Yayınları’ndan çıkan ve Adana’yı anlatan bir kitabınız var. “Yüreğimdeki Adana Kesitleri” Bu kitap hangi koşullarda çıktı ortaya?
Bu kitabın yazılma serüveni biraz ilginç. Zorla yazdırıldı gibi bir şey. Heyamola Yayınları Adana’nın semtlerinin yazılması için yola çıkmış. Adanalı yazarlar, yaşadıkları semtleri, mahalleleri yazacaklar. Yazar arkadaşlarım Mustafa Emre ve Mustafa Günay benim de yazmamı önerdiler. Ben bir yıl İstiklal Mahallesi’nde yaşamıştım ve o dönemin siyasi çalkantıları yoğundu. Ben de içindeydim. Arkadaşlarımı kıramadım, yazmaya başladım. Ancak bir yere kadar gelebildim. Tıkanınca yol gösterdiler. Onların önerilerine uyup devam ettim. Bu öneriler, geriye dönüşler yapmam ile ilgiliydi. Yalın, içten ve bir dönemin siyasal, sosyal yönüne değinen, o dönemdeki İstiklal Mahallesi’ne ve Adana’ya teğet bir geçiş, bakış açısı oldu. İyi ki arkadaşlarım baskı yapmışlar diyorum şimdi.

-Belki klasik bir soru olacak ama günümüz öykü, öykücülüğümüz veya edebiyatımız üzerine düşünceleriniz nelerdir?
Sürekli tartışılan, konuşulan bir konu oldu günümüz öykücülüğü. Kitap fuarlarında birçok kez panel konusu olarak seçilmişti. Benim de konuşmacı olduğum bir panelde bu konuyu ele almıştık. Hangi kitap fuarıydı şimdi anımsamıyorum. Kendi açımdan olumlu bakıyorum. Belki de böyle bakması gerekir bir yazın insanın diye düşünüyorum. Her durumda yılgınlığa, negatif düşünceye kapılmamalıyız. İyi, sıkı, öyküler yazılıyor; haliyle iyi öykücülerden geliyor bu derinlikli anlatılar. Dergilerde, internet sitelerinde beğenilen, eksiksiz öyküler okuyoruz. Öykü, edebiyatın az okunan ve zor yazılan bir türüdür. Fazlalığı kaldırmaz. Söylemek istediğini bir anda, bir çırpıda söyler, geçer. Sanırım bir Çin atasözüydü; “Fazladan bir pirinç tanesi bir çuvalı patlatır.” Bu öykü için de böyledir, bazen fazla bir sözcük öykünün yapısına zarar verir, bozar. Tabii iyi öykülerin, öykücülerin paralelinde tersini de görüyoruz, okuyoruz. Artık bir hız çağındayız.

-Zaman akıp gidiyor. Öyle ki insanların birbirlerine ayıracak zamanları kısıtlı. Ömür dediğin de öyle hızlı akıyor.
Aile bireyleri arasında bile bu duruma gelindi. Öyle ise öykü ne söyleyeceğini uzatmadan, estetik, edebiyat diliyle bir an önce söylemeli. Uzun, tumturaklı cümlelerle ya da süslü sözcüklerle göz boyayarak anlatmamalı anlatacağını. Yapaylığa kaçmadan, kendisi olarak, doğallığını bozmadan vereceğini, anlatmak istediğini tez yoldan okura sunmalı. Tekrara hiç düşmemeli. Sözgelimi bir Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Sait Faik (Abasıyanık) vb. içtenliğinde, içeriğinde, duruluğunda olmalı. A. P. Çehov’un netliğini yakalamalı bir yazar ya da yazar adayı.

-Karamsarlığın yerini umuda bırakmalı diyorsunuz anladığım kadarıyla.
Evet. Edebiyatımız üzerine olumlu bakmayı yeğlerken, olumsuz yanlarını da ortaya dökmek gerekiyor tabii. Özellikle şiir, öykü, deneme tür olarak fazla ilgi görmediğinden yayınevleri de bu türleri göz ardı etmeye başladılar. Varsa yoksa roman. Roman olsun da nasıl olursa olsun anlayışı egemen kılınmaya çalışılıyor. Tartışmasız çok iyi romanlar
yazıldığı gibi, ne yazık ki ilkokul mezunu insanların söz dağarı düzeyinde kötü romanlar da yazılıyor. Anlatım bozukluğu, karakterleri yerine oturmamış birtakım olaylar dizgesi sıralanıp uzatılıyor. Bununla birlikte kötü şiirler, denemeden uzak, denemesel yazılar ortalığı toza dumana katıyor. Bazen de türlerin birbirine girdiğine, karıştığına tanıklık ediyoruz. Deneme mi, öykü mü; şiir mi, şiirsel metin mi; uzun öykü mü – novel mi- roman mı sarmalına düşen yazarlarla karşılaşıyoruz, haliyle okurun da kafası karışıyor. Belki klasik anlatı duvarlarını yıkmak gerekiyor ama bu, farklı olacağım kurnazlığıyla ortaya konmamalı; konacaksa yazarın birikmiş içsel, düşünsel frekanslarının dışa yansımasıyla gerçekleşmeli. O zaman süreç içinde, gelecekte, hak ettiği değeri mutlaka bulacaktır. Her ne kadar edebiyatımız üzerinde kara bulutlar dolaşsa da bu çıkamazlıktan sıyrılacağına inanıyorum.

-Biliyorum çalışkan adamsın. Kendinle de didişip durursun bazen bilirim. Şimdilerde neler hazırlıyorsun okurlarına.
Yazar yazmadan duramaz ki. Dünyanın yükünü her daim sırtında taşır. “Yazmasam delirecektim,” sözü her yazar için geçerlidir. Ancak yazılanları gün ışığına çıkarmak oldukça güç bir duruma geldi. Yayınevleri kitap basmada zorlanıyor. Ekonomik şartlar, özellikle de kitap dünyasını etkiledi diyebiliriz. Basıma hazır mevcut iki dosyam var. Yayınevlerinde bekledi, çoğundan olumsuz yanıt geldi. Bazılarından yanıt bekliyorum. Neredeyse, bütün yazarların başında bu işler. Yeni yazdıklarımı toplasam onlardan da bir kitap dosyası çıkar. Üstelik yazdıklarımın büyük bölümü birçok dergide yayımlandı. Karalayıp kenara koyduğum öyküler de fazla; demleniyorlar diyebiliriz.

-Bu sorum da edebiyat dışı olsun. Bu sıralar ciddi bir sağlık sorunu yaşıyorsunuz. Sağlık durumunuz nasıl? Bir an önce sağlıklı günlerinize dönmenizi diliyorum.
Çok teşekkür ederim. bir anda ortaya çıkan sinsi bir hastalığa yakalandım. Kendimi iyi hissediyorum. Tedavim sürüyor, ancak biraz zaman alacak gibi.

-Söyleşi için, İstasyon dergimiz adına teşekkür ederim.
Böylesine ciddi bir dergide bana da yer verdiğiniz ben çok teşekkür ederim.

Yazarın Diğer Yazıları
Cihan Oğuz

Senin edebiyat dünyamızdaki cesur yanını hep takdir ederim. İlk şiir kitabın “Ay Işığı Karanlığı Yırtarken”i henüz 20 yaşındayken yayımladın. Gazetecilik yaptın, öğretim üyeliği yaptın… Yani hep yazının içinde oldun. Kitaplarına kitaplar ekledin ve hiç geri çekilmedin. Buradan başlayalım istersen… Öncelikle “geri çekilme” faslından başlayalım. Edebiyatta bu yıl 40. yılım. Bakmayın gencim diye ortalıkta dolaştığıma! Şiir […]

Devamını Oku
Öykücülüğümüzde Kendi Rengi Olan Yazar: Zafer Doruk

-Sevgili Zafer, öykücülüğümüzde rengi olan birisin. Yazdıkların yaşantını ele verse de yine de sende öykücülüğümüz adına başka bir kumaş olduğunu düşünürüm. Bu yolculuğu bizimle paylaşabilir misin lütfen, nasıl yazıyorsun? İçine doğduğum coğrafyanın kültürel ikliminden besleniyorum; yazacaklarımı, içinde yer aldığım sınıfsal, geleneksel yapının içinden çıkarıyorum. Bir öykü kurarken yaşadığım, bildiğim mekânların, tanık olduğum olayların ışığından yararlanıyorum. […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku