Nurten Geroğlu
Tüm Yazıları
Kardelenler Hep Uçar
Ana Sayfa Tüm Yazılar Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp yağmura aldırmadan yürüyerek eve gitmek gibi bir delilik geçiyor kafamdan. Ama yapamam diyorum kendime, geçilmesi gereken bir boğaz var ve boğaza çok uzak gidilmesi gereken yol. Araç ağır ağır ilerlerken bir masal diyarına açılan kapı gibi belirdi renkler. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin merdivenlerinde çizilen kardelen çiçekleri yavaş yavaş belirmeye başlamış. İlk aklıma gelen içinde bulunduğum durumu da düşünürsek kardelenden bir farkım olmadığı oldu. Trafik üstüme insafsızca yağmış kardı ve ben yavaş yavaş onu elbet alt edip özgür kalacaktım. Ve sonra gerçek kardelenler geldi aklıma. O güzelim kız çocukları… Asıl onlardı her zorlukta açabilen, fırsat verilince tomurcuklarını çiçeklendiren.. Ağır yol ileri giderken uzaklaştım her şeyden. Merdivenler nefes oldu, kardelenler düş perdemi açtı. Delilik sınırından veliliğe sert bir geçiş oldu. Ve bu dalgınlığım “Renkler çok yakışmış değil mi?” sesiyle şaşkınlığa dönüştü. Onu görünce kalbim gülümsemişti. Yine en ihtiyaç duyduğum anda gelmişti ilham perisi. “Hoş geldin Peri! işte bu harika sürpriz oldu” dedim. İlham perisi “Bu yolculuk çok sinir bozucu ve durağan. İster misin yolu değiştirelim?” diye sordu. Nasıl hayır diyebilirdim ki. Daha önce şaşkınlıkla, merakla, heyecanla ve bazen de o çok istediği için evet demiştim. Fakat bu sefer sanki özgür kalırcasına “Evet!” diye haykırdım. Sormadım bile nereye, kimi görmeye gidiyoruz diye. Göz kapaklarımı sıkı sıkı kapattım ve perimin elinden tuttum…

Gözlerimi öyle bir zamana açtım ki az önce gökyüzüne insanı boğar gibi yükselmiş binalar yok olmuş, şehrin sırtları alabildiğine yeşil, alabildiğine orman ve deniz her zamankinden daha mavi. Genç adamlar, genç kadınlar utangaç gülümsemelerle birbirine bakıyor, şehrin gökyüzünde kuş sesleri duyuluyordu. Bu kadar kuş sesini İstanbul’da duymak insanı bir masalın içinde olduğuna ikna etmeye yeterli. 40’lı yılların İstanbul’u bildiğimiz siyah beyaz fotoğraflarla hafızamda yer etmişti. Şimdi tüm o fotoğraflar renklendi. İlham perisi beni 40’lı yılların Kandilli’sine getirmişti. İyi ama kimi görmek için? İlham perisine bakınmak için önce sağıma ve soluma daha sonra da arkama döndüm. Perim biraz somurtkan bir ifadeyle bana bakıyordu. Göz göze gelince de “ Sonunda birlikte geldiğimizi hatırladın” dedi. “Peri şu güzelliğe baksana. Bak suyun üstünde karabataklar, gök yüzünde kuşlar var. Aklımı başımdan aldılar.” Dedim. İlham perisi “Tamam, tamam. Ama gitmemiz lazım.” Diyerek yürümeye başladı. Birkaç adım sonra onu yakaladım, koluna girip “Buraya neden geldik peri” diye sordum. “Gidince görürsün” dedi ve yürümeye devam etti. Aslında bilinmezliklerden hoşlanmadığımı ona defalarca söylemiştim. Ama bu sefer hiç kızmadım. Kafamı omuzuna dayadım ve yürümeye devam ettik. Bir süre sonra bahçeli bir evin demir parmaklıklı bahçe kapısının önünde durduk. İlham perisi elini kapıya attı fakat kapı sıkışmıştı açılmadı. Eşikteki mermerin izine baktı ve kapının hafifçe kaldırılması gerektiğini anlayıp tekrar denedi. Kapı açıldığında küçük bir reverans ile elini bahçeye doğru uzattı ve “Buyurun hanımefendi” diyerek yolu gösterdi. “Teşekkür ederim, çok naziksiniz” diyerek karşılık verdim ve büyük ağaçların olduğu, çiçekli bahçeye girdim. Çiçekler o kadar doğaldı ki bir birleriyle gökyüzüne erişmek için yarışmışlar, uzamış ve neredeyse dizlerimize kadardılar. Ağaçların sık dalları ise bahçenin ön tarafında doğal bir çardak oluşturmuşlardı. Güneşin batışıyla birlikte gökyüzü sanki Van Gogh tablosu gibiydi. Ve bu tablo girdiğimiz bahçede daha önce hiçbir ressamın keşfedemediği bir düş gibi görünmekteydi. İlham Perisi bahçenin arka tarafına doğru yürümeye başladı. Bende peşinden tabi. Bahçenin arka tarafına geldiğimizde ay ışığının fener gibi aydınlattığı çiçek bahçesinin tam ortasında küçük bir kız çocuğu boylu boyuna uzanmış ellerini kafasının arkasında birleştirmiş, minik ayaklarını sallaya sallaya gökyüzünü seyrediyordu. Yüzündeki tebessümle gözlerinde saklayamadığı bir merakla bakıyordu gökyüzüne. Bir süre kız çocuğuna bakıp “Kim bu kız çocuğu peri?” diye sordum. O sırada kız çocuğu “Acaba ne kadar uzaktalar? Orada olsam, dünyayı görebilir miyim? Dünya da bu kadar güzel görüyor mudur?..” diye ardı ardına sorular sormaya başladı. İlham perisiyle önce bahçeye sonra birbirimize baktık. Acaba bizi mi görmüştü? Şaşkındık. Sonra bir soru daha geldi kız çocuğundan “Sonunda öleceksek, neden yaşıyoruz?” İlham perisine döndüm ve “Peri beni kimin yanına getirdin?” diye tekrar sordum. İlham Perisi çiçekler içinde yatan kız çocuğuna bakarak “ İşte bu merak, bu hayalperestlik binlerce kardelene güneş olacak. Kızın adı Türkan..” Onu ilk gördüğüm anda hemen hemen aynı yaşlarda yanaklarımı avuç içlerime yaslayıp ıraklara daldığım ve kendi kendime merak ettiklerimi sorduğum çocukluğumu hatırladım. İlham perisinin yanından ayrılıp Türkan kızın yanına gittim. Ellerimi kafamın arkasında bağlayıp kendimi çiçeklerin arasına bıraktım. Türkan Saylan’la aynı gökyüzünü paylaştım.. O beni duymasa da, görmese de uzun uzun sohbet etmiştik. Hayallerimizden de bahsettik.. Ay tepenin ardına düşünce İlham perisi baş ucuma çömelip “Gidelim mi?” artık diye sordu. Sadece kafamı salladım ve gözlerimi kapattım…

Bir sarsıntıyla gözlerimi açtım. Bulunduğu zaman için bile oldukça eski bir otobüsün içinde toprak, taşları temizlenmemiş ve muhtemelen köylülerin mecburiyet istikameti nedeniyle oluşturduğu bir yolda ilerliyordu araç. Parlak kızıl saçları keskin bakışları, keskin yüz hattıyla Türkan Saylan’ı otobüsün içinde ayırt etmek sadece birkaç saniyemi almıştı. Kafasını hiç camdan ayırmadan bakışlarını iki dağ arasında güne veda eden güneşe çevirmiş, alabildiğine kahverengi düzlüğe dalıp gitmişti. Otobüsün ön tarafında oturan genç bir çocuk ayağa kalkıp “Türkan hocam çok az kaldı. Neredeyse vardık. Şu tepenin arkasında köy” dedi ve oturdu. Türkan çocuğa tebessümle bakıp başıyla “Tamam” dedi ve tekrar dışarıya çevirdi yüzünü. Otobüs tepenin ardına dönünce köy yamaçta belirdi. Biz inmeden meraklı köylüler ve çocuklar hemen otobüsün etrafını çevirdiler. Türkan iner inmez yanına gelen ve utangaçlığı yanaklarını kızartmış kız çocuğunun önünde çömeldi ve kızın saçlarını okşayarak onunla konuşmaya başladı. Daha sonra ayağa kalktı ve kızın elinden tutarak “Hasta ne tarafta?” diye sordu. Yolu bilen genç çocuk “Bu taraftan hocam” dedi ve yürümeye başladı. Hastanın bulunduğu evin önüne yaklaşınca küçük kız çocuğu birden Türkan Saylan’ın elini bırakıp korkuyla oradan uzaklaştı. Ev halkından birkaç kişi hemen yanımıza doğru gelmeye başladı ve “Buradan doktor hanım” diyerek hastaya doğru yürümeye başladılar. Evin hemen yanında kapısında kilit vurulmuş ahırdan bozma sıvaları dökülmüş kerpiç yapının önünde durdular. Türkan Saylan’ın gözlerinden süzülen yaş yanaklarından boynuna doğru ilerlemeye başladı. Kendisini toparlayıp “Kapıyı açın” dedi ve kapı açılınca içeri girdi. İlham perisi ve ben merakla olup biteni izlerken anladık ki cüzzamlı bir kadın kilit altında dış dünyadan soyutlanmış ve ahırdan bozma bu köhne yapı içine kilitlenmişti. Türkan Saylan yanındakilere “Otobüsü hazırlayın hastayı çıkaracağız” dedikten sonra ilk muayeneyi yapmaya başladı. Odadakilerin bakmaya çekindiği hastayı muayene ederken hasta kadının yüzünde bir tebessüm belirdi. “İyi olacak mıyım?” diye sordu. Türkan Saylan “ olacaksın, daha iyi yaşayacaksın” diyerek odada kimseyle göz göze gelmeden kendisini dışarı attı. İlham perisinin yaptığımız tüm yolculuklarda ilk kez nutku tutulmuştu. Bana dönüp “Bu gerçek olamaz. Gerçekten yaşanmış olamaz” dedi. Otobüsten inerken dimdik duran Türkan Saylan’ın omuzları düşmüş ve adımları küçülmüştü. Onu gösterip “Gerçek peri. Ve o ömrü boyunca sürdüreceği kadın mücadelesine işte bu yüzden hayatını adadı. Bilgisizlikle yüzleştikçe daha çok çalıştı. ‘Benim Cumhuriyete borcum var’ diyordu ve o borcu Atatürk ülkesinde kadını ayağa kaldırarak, eğitimle ödeyecekti. Bir daha kimse böyle kapatılmasın diye..” İlham perisi arkamdan gelip ellerimi tuttu ve kapat gözlerini dedi…

Türkan Saylan’ın sesiyle gözlerimi açtım. Nazik bir üslupla telefonun diğer ucundaki hastasını bir sebepten ikna etmeye çalışıyordu. Sesi takip edince koridorda kapısı açık bir odadan geldiğini anladık. İlham perisi hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledi ve içeriye bakınca kafasını hiç çevirmeden eliyle beni yanına çağırdı. Kapının eşiğine vardığımda gözüme ilk çarpan şey masanın üstünde duran maden işçisi heykeli oldu. Duvar ve perdelerde asılı yazmalar, otantik bir halı… Odanın içi her detayıyla üniversitenin diğer öğretmen odalarından ayrılıyor Anadolu’ya kültürler arası bir yolculuğa çıkartıyordu. İlham Perisi ile Türkan Hoca’nın hastayla konuşmasına kulak misafiri olurken bize bir kız öğrenci katıldı. O da bu kapının eşiğine ilk defa geliyordu herhalde. Her haliyle şaşkınlığını gizleyemiyordu. Uçtan uca her detayıyla bir odaya bakıyor, bir Türkan öğretmenine bakıyordu. İlham perisine “ Ben öğrenci kızı tanıyorum. Tabi öğrenciyken değil. Ben onu profesörken tanıdım. Bu kız öğrenci Ayşe Yüksel!” diyerek eşikten odanın içine adımı mı attım. İlham perisi dur ne yapıyorsun demeye kalmadan o da peşimden girdi. Sonra Ayşe Hocaya Yaramazlık yapmış öğrenciler gibi göründüğümüzü düşünerek gülümsedim. Türkan Saylan telefonu kapatınca Ayşe Yüksel “ Hocam kabul ediyorum. Sizinle geleceğim” dedi. İlham Perisi merakla bana doğru yan yan ilerleyip kulağıma eğildi ve “Nereye gidiyorlar acaba?” diye sordu. Gülümseyerek “Cüzzam çalışmaları için yardımcı olarak çağırmıştı ve bu konuda ısrarcıydı Türkan Hoca. Ve biliyor musun peri kapının eşiğine gelene kadar Ayşe Yüksel hayır demekte kararlıydı. Tam bu eşikte değişti kararı ve hoca öğrenci ilişkisini aşarak otuz yıldan fazla sürecek dostluk böyle başladı” diyerek odadan çıktım. İlham perisi yanıma gelip “Son bir yer kaldı” dedi…

Gözümü açar açmaz önümden bir adam geçip elindeki kağıtları hemen holün ortasında duran başka bir adama uzattı. Evin içindeydik. Dışarıda bir kalabalık belli belirsiz sloganlar atıyor, evde arama yapılıyordu. Evin içinde koşarak odalara bakınmaya başladım. Bir köşede oturmuş, göz kapaklarına dolan yaşla evinin harap edilişini seyrediyordu Türkan Saylan. Kitaplar yerlere saçılıyor, ÇYDD’ nin burs verdiği öğrenci listeleri bir bir torbalara konuyordu. Hiçbir şey söylemeden evini arayan insanları sadece göz ucuyla takip ediyor, hasta bedeniyle arada kalkıp onlara bir şeyler söylemeye çalışıyordu. İlham perisi öfkeyle “Bunu neden yapıyorlar” diye sordu. Gözümdeki yaşı sildim ve “ Haksızlık yapana, zulmetmek isteyene ‘neden?’ diye sorulur mu hiç peri? Hem sorulsa hangi cevap bu yapılanlar karşısında tatmin eder ki.” İçeride daha fazla duramadığım için kendimi kapının önünde biriken kalabalığın arasında buldum. Evi arayanlar bir bir ellerinde torbalarla çıkarken öfkeli kalabalığın sesi daha gür çıkmaya başladı. O sırada birden alkış koptu. İnsanlar kafalarını yukarı kaldırmış ve seslerini duyurmaya çalışırcasına yukarı doğru haykırıyorlardı. Türkan Saylan son bir gayretle camın önüne çıkmış ve kalabalık ona sevgilerini göstermeye çalışıyordu. Türkan Saylan kalabalığı sakinleştirmek için “Biraz evvel arkadaşlara bağırdınız ama onların bir suçu yok” dedi. Hafif bir tebessümle ve üzüntüden titreyen bedeniyle, yaş düşmüş gözleriyle konuşmasını bitirdi ve insanlara el salladı. İlham perisi “İyi ama kardelenler ne olacak şimdi?” diye sordu. Perimin ellerinden tuttum “Onun son sözleri ‘Göreceğimiz daha çok güzel günler var!’ oldu . Endişe etme kardelenler hep açar peri. Yeter ki o güzel günlere olan inancımızı yitirmeyelim.” dedim ve ekledim “Artık gidelim peri!”…

Yağmur şiddetini arttırdı. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin merdivenlerine çizilen kardelenlerin renkleri cama vuran yağmurla aynı Türkan Saylan’la izlediğimiz gökyüzü gibi görünüyordu. Sonra merdivenlerden çıkan, şemsiyesini elindeki kitaplar ıslanmasın diye hafif sola yatırmış ve sağ tarafından ıslanmış kız öğrenciyi gözden kaybolana dek izledim. Ardında başka öğrenciler ve diğerleri.. O an Türkan Saylan ve ÇYDD’nin gökyüzüne açılan binlerce kardelenleri geldi aklıma. Ve şifa olduğu binlerce hasta, onların yakınları.. Ve gülümsedim. Ve tekrar inandım. Kardelenler hep açar…

Yazarın Diğer Yazıları
Davet

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]

Devamını Oku
Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku