Nurten Geroğlu
Tüm Yazıları
Davet

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım.

Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında onların bu şaşkınlığını eğlenceli bulmuyor değildim fakat bu sefer tutturamadığımız frekansımız bana zamanın hızını hatırlatıyordu. İşte bu, o kadar keyifli ve eğlenceli değil! İlk gençlik yıllarımın ezgileri zamana meydan okurken, geçen yıllar içinde canlı canlı o ezgilere karışmak mümkün olmamıştı. Ve ütopyamın saf, dingin ve ıssız kıyılarına bu sefer onları görerek, dinleyerek başlayacaktı yolculuğum…

Mekâna girdiğimde çoğu insanın gözlerinde kendiminkine benzer heyecanı görmek sevindirdi beni. Bu aynı duygularda buluşmakla ilgiliydi. O yüzden mekâna ilk adım attığım anda insanlara baktım. Yaşlarına, yüzlerindeki çizgilere, birbirleriyle ilişkilerine baktım. Ara ara sahneyi kesen gözlerindeki sabırsızlığa şahit oldum. Ve sahnenin en önünde hazırlanmış masanın, sahneye en yakın sandalyesine oturdum. O an zaman denizden vazgeçip yukarı doğru, tepelere doğru akan bir nehir gibiydi. Olması gerektiği gibi akmıyor, her şeyi durdurmuş ve bizi duran dünyaya şahit kılıyor gibiydi. Yeğenlerimle hislerim ve onların müzikleriyle ilgili derin bir sohbete dalmıştım ki, mekânın arka taraflarından bir alkış sesi büyüyerek üstümüze üstümüze gelmeye başladı. Hemen sahnenin basamaklarına doğru baktığımda birinin elinde gitarı, diğerinde sazı sahneye çıkarken insanlara bakarken gördüm onları. Bir an duraksadılar. Çok kısa bir an… Sahnede yerlerini almak için attıkları o birkaç adımda mahcubiyetin hakikiliğini görebiliyordunuz. Metin başıyla hafif bir reveransla dinleyicileri selamlayıp oturdu. Kemal ise bir tebessümle yüzündeki tüm ifadeyi elli yıl öncesine götürdü sanki. Yüzündeki tüm yaşanmışlıklar bir çocuk tebessümüyle örtülmüş gibiydi. İki kardeş birbirine baktılar ve ilk armoniyle soyutlaştı diğer tüm sesler, yüzler, telaşlar…

Binlerce yıllık ezgilerin kahramanları gibi iki kardeş, iki güzel yürek, iki esrarengiz ses yerlerini aldığında büyüttüler heyecanı. Daha ilk şarkılarında büyük bir koro ciddiyeti ve disipliniyle eşlik etmeye başladı herkes Metin & Kemal Kahraman’a. Herkesin kendi şarkısı vardı ve sırasını bekliyor gibi heyecanlıydık onlarca kişi bir sahnenin ucunda.

İlk şarkının sonunda alkışlar yükselirken karşımda belirdi İlham Perisi. Onu karşımda görmenin şaşkınlığıyla bir sahneye bir masaya bakarak alkışa katıldım. Yüksek bir sesle “Senin burada ne işin var?” diye seslendim perime. Elini kulağına götürerek beni duymadığını işaret etmeye çalışırken ben daha yüksek sesle “Burada ne işin var? Bugün olmaz!” diye seslendim tekrar. İlham Perisi’nden bir cevap beklerken yeğenim Gözde kulağıma doğru yaklaşıp “Bana bir şey mi söyledin hala?” diye sordu. “Hayır!” dedim, ilham perime kaşlarımı çatarak döndüğümde ikinci şarkı başladı. Sesler yine yükseldi. İlham perime mimiklerimle gitmesi gerektiğini işaret ederken perimin yüzünde daha önce çok kez tanık olduğum o muzip tebessüm belirdi. Ne yapmak istediğini anlamıştım ve kafamı sallayarak ona ‘hayır’ demeye çalışırken birden uzanıp ellimden tutuverdi…

İlham Perisi’nin elimden tuttuğu anda kapattığım gözlerimi derin bir sessizliğin içinde çağlayan su sesiyle açtım. Etrafımda yükselen dağlar bir nevruz zamanı süslenmiş gibiydi. Heybetli kahverengi bedenlerine, yeşil etekleri yakıştırmış dağlar… Su ise kıvrılarak dağların arasından Ha’dan Hu’ya yolculuğa çıkmış gibi akıyordu vadinin tabanında. Yer yer şiddetli, yer yer dingin ve davetkâr… Etrafıma bakınırken ne tepki vereceğimi merakla bekleyen İlham Perisi’yle göz göze geldim. Gözümden öfkemi anlamış olacak ki sakinleştirmek için bir gayretle “Hemen kızma! Seni nereye getirdiğimi söyleyince zaten kızamayacaksın. Burası…” cümlesini bitirmesine izin vermeden “Munzur” dedim. İlham Perisi oyuncağı alınmış bir çocuk gibi yüzündeki muzipliği yitiriverdi. Şaşkın gözlerle bana bakmaya başladı. Kısa bir süre baktıktan sonra benden gözlerini kaçırıp suyun karşı tarafına bakmaya başladı. İlham Perisi’ne “Kaçırma gözlerini. Söyleyeceklerim var. Hemen beni geri götürüyorsun!” deyip yakınarak yürürken bana bakıp tekrar gözlerini kaçırdı. Nereye bakıyor diye kafamı çevirdiğimde suyun kenarına ellerinde bağlamalarıyla inen iki çocuk birbirlerine doğru bakacak şekilde bağdaş kurup oturdular. İlham Perisi’ne çocukların kim olduğunu soracaktım ki vadinin tepelerinden aşağıya doğru büyük bir koyun sürüsü suya inmeye başladı. Biraz sonra da kepeneğin içinde kaybolmuş ve sadece kafası görünen, kasketinin altında kalın kaşları, mavi gözleri ve uzamış sakalıyla sürünün çobanı, bir taşa oturup heybesinden erzağını çıkarmaya başladı. Çocuklardan küçük olanı koyunları bir süre seyrettikten sonra sazını kucağına aldı ve bir türkü söylemeye başladı. “Koyun meler kuzusunu arıyor/ Gel meleme koyun vazgeç kuzudan.” Türküyle birlikte sakinleştiğimi görünce İlham Perisi birkaç adımla yanıma geldi. “Tanıdın mı?” diye sordu. Gülümseyerek “Kemal!” dedim. Türküye eşlik eden Munzur’un yamacına ben de çocuklar gibi bağdaş kurdum. İlham Perisi de yanıma oturunca “Bu suyun kaynağı bellidir Peri. Bu vadiyi oymuş binlerce yıldır. Dağını yeşille, insanını inançla kutsamış. Adına ağıtlar, türküler yakılmış. Nice ozana abıhayat olmuş. İnancın kutsalı, doğanın mucizesi olmuş. Kardeşlere bak Peri, Munzur’dan ne gördülerse, ne öğrendilerse izlerini takip edecek olan kardeşlere… Kemal’in söylediği türkü annelerinin sözü. Yaşanmışlıkların ezgilerle anlatıldığı bu coğrafyanın bugün iki küçük çocuğu, yarın iki büyük ozanı olacaklar.” dedim. Perim koluma girdi. Usulca “Kapat gözlerini.” dedi…

Gözümü bir soğuk rüzgârın bedenimi titretmesiyle açtım. Hiç etrafınıza bakmadan yukarı kaldırsanız başınızı, yurttan uzaklarda olduğunuzu gökyüzünün ve şehrin dumansız griliğinden anlayabilirsiniz. Yer yer bilediğimiz bir yüzyılın ayakta kalan yapıları, birbirine soğuk ve mesafeli insanlarıyla gurbette olduğumuzu görmek de zor değil. İlham Perisi beni bu bilinmezliğin içinde dünyanın her yerinde aynı hissi ve duyguyu yaşayabileceğiniz bir yere, istasyona getirmişti. İstasyona yeni yanaşmış trenin hareket düdüğü çalmıştı ki çıkışa doğru yönelen insanların arasından sırtlarında bağlama ve gitarları, aceleyle toplanmış ve yarı yarıya derdi, ağırlığı pay edilmiş yükleriyle Metin ve Kemal’le yüz yüze geldik. Metin’in elinde her şeyden daha sıkı sıkı sarıldığı çantası dikkatimi çekmişken İlham Perisi’yle sağlı sollu yolun kenarına doğru çekildik ve kardeşler önümüzden geçti. Arkalarından bakarken “Nereye gidiyorlar Peri?” diye sordum. İlham Perisi “Biz de onlarla gidiyoruz. Gidince görürsün.” diyerek koluma girdi ve peşlerine takıldık. Frankfurt sokaklarında bir süre takip ettik iki kardeşi. Uzun bir yürüyüşle iyiden iyiye bükülen belleri, bir daire kapısının önüne yükleri indirince dikeldi. Eve girdiğimizde adım sesleri yankılanıyordu. Boş evin içinde birkaç adım attıktan sonra, Metin, ışıkları açmak istedi fakat ışıklar açılmadı. Karanlıkta kardeşler birbirlerine bakıp gülümsedi. Metin ve Kemal diğer odalara bakmak için gittiklerinde İlham Perisi de ışıkları denemek istedi. Açılmadı. Hayal kırıklığıyla “En azından ışık olsaydı.” diyerek yüzünü düşürdü. Gülümseyerek “Sen ışığı görmüyor musun Peri? Sence onların görmek için elektriğe ihtiyaçları mı var?” diyerek pencereye doğru yürüdüm. Şehirde her yer ışıl ışıldı fakat Kemal’in sürgündeki ilk evi hepsinden daha aydınlıktı…

Biraz sonra Metin yaktığı mumları salonun muhtelif yerlerine koydu ve sırtını duvara verip aynı Munzur’un kıyısındaki gibi bağdaş kurup oturdu. Hemen yanına da Kemal… Metin, “Haydi tekrar bakalım!” diyerek gitarını kılıfından çıkardı. Kemal bağlamasına sarıldı, pencereden dışarıya baktı, mum ışığıyla büyüyen gölgesine döndü, bir tebessüm etti ve vurdu sazın teline. Ve belki seslerini duyurmak için yurtlarına bağıra bağıra söylemeye başladılar. “Kurduk dünyamızı…/ Sözcük kaleleri/Telaşlı yalnızlıklar/ Neydi?” Şarkı devam ederken İlham Perisi’ne “ Sürgün nedir bilir misin Peri? Ruhun sürgünlüğü nedir? Zamana kapılmak istersin yapamazsın, hayatlara kapılmak istersin geç kalırsın, bir amaç istersin tutunmak için eksik kalırsın. Bu duyduğun armoni bir mücadelenin, hayalin eseri, izi. Bak, bu gördüğün iki çift göz o hayalin heyecanı, sevinci. Hiçbir şeyden vazgeçmemekle ilgili. Bu karanlık oda, bu sürgün yeri bir bedel. Metin & Kemal yoldur oysa. Diğer tüm yolcular için kusursuzluğu arayan yol. Buraya gelmeden hemen önce unutulmuşların, arayışların, düşlerin adını deniz koymuşlardı oysa. Yeni bir dönemin kapılarını açmışlar, Zazaca ve Türkçe şarkılarıyla bizleri bir dünya müziğiyle tanıştırmışlardı…”

Titreyen mum ışığının altında dalıp gitmişken müziğin hüznüne ve coşkusuna, Metin’in elinde gördüğüm çanta tekrar dikkatimi çekti. İlham Perisi’ne çantayı işaret ederek “Acaba içinde ne var Peri? İstasyonda görmüştüm. Şimdi de hemen yanı başında…” diye sordum. İlham Perisi “O çantanın içine sığdırmayı başardıkları yüzlerce yıldır devam eden bir türkü. Yaşanmışlıkların kanıtı, arayışların cevabı gibi o çantanın içindekiler. Orada bir kültür hafızası gizli. Yakında herkesin öğreneceği…” diye cevap verdi. Heyecanla “Derlemeler! Peri o çanta Metin ve Kemal’in evrenselleşecek olan müzikleriyle, benzersiz fedakârlıklarıyla büyük bir coğrafyanın sözünü yaşatacak.” diyerek tekrar ayağa kalktım, pencerenin önüne doğru yürüdüm. Perim yanıma geldi ve “Kapat gözlerini.” diyerek elimden tuttu…

Gözlerimi açtığımda Metin & Kemal Kahraman tam önümde yürüyordu. Dersim’in anı gibi saklanmış sokakları ve aynı bakan insanlarının arasından geçiyorlardı. İlham Perisi’ne “Yine yollardalar Peri. Şimdi nereye gidiyorlar?” diye sordum. İlham Perisi gülümseyerek “Gidince göreceksin.” dedi ve peşlerine takıldı. Tabii ben de… Bir süre yürüdükten sonra bahçe duvarı denk düşürülmüş taşlarla örülü bir hanenin bahçesine girdik. Tüm şehri kucaklamak ister gibi heybetle açılmış dalları ve geniş gövdesiyle toprağı sıkı sıkı tutan ağacı görünce ‘acaba kaç yaşında’ diye düşündüm. Öyle ya Dersim’de ağaçlar özgür, gölgesi ibadettir. Dokunulmazdı suyuna, taşına. Hal böyle olunca kaç asrın şahitliği var kim bilir bu ağacın dallarında. İlham Perisi koluma girip beni çekiştirmeseydi belki anlatacaktı ağaç. Biz içeri girince bahçe divanında oturan yaşlı adam gülümseyen gözlerle ayaklandı ve Metin & Kemal’le kucaklaştı. Az sonra sohbetin ortasına bir bağlama serildi. Metin çantasından kayıt cihazı çıkarttı. İlham Perisi’ne “Buraya istasyondaki çantayı doldurmaya gelmişler.” dedim ve divanın hemen köşesine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Müzik duyulmaya başlayınca yaşlı adam hafifçe göz kapaklarını düşürdü ve türküsünü söyledi; “Buralarda yaşanmıyor/ Kimse de beni bilmiyor/ Gönlüm seni arzuluyor / Çok severim Dersim seni.” İlham Perisi büyük bir beğeniyle türküye kendisini kaptırmış eşlik etmeye çalışıyordu. Onu öyle görünce gülümseyerek “Dersimli Süleyman Amca ile seni birlikte türkü söylerken görmek… İşte bu büyük sürpriz oldu Peri.” dedim. Onu dinlediğimi fark edince biraz utandı fakat tebessümle karşılık verdi. Türkü bittikten sonra perime “Az önce eşlik ettiğin türkü hasretin türküsüdür. Sürgün bir ruhun dile gelişidir. Metin & Kemal yaşatmakla ilgililer. Bir kültürü, tarihi, anıları yaşatmakla ilgililer. Hırpalanmış dorukların rahat düzlüklerde kaybolmasın, pervasız medeniyetler miras kalmış kültürlerini yutmasın diye mücadele ediyorlar. Sanatla hafıza oluşturma gayretindeler.” diyerek ağacın gövdesine elimi uzattım ve “Kökleri ne kadar derinde, ne kadar ileride kim bilir. Onu bu kadar geliştiren, büyüten sevgi ve saygı değil mi Peri? Koşulsuz, şartsız, ayrımsız bakabilirsek kültür de böyle köklenir, gölgesi herkese yeter. Metin & Kemal işte buna bir davettir Peri. Onlar ortaklığımıza, benzerliğimize, insanımıza, kültürümüze, birlikteliğimize davettir. Evrensel bir değerdir.” dedim ve perimin elinden tuttum…

“Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi/ Makineleşmeye karşı duyguları topluyordu” Şarkıyla açtım gözlerimi. Binlerce yılın bilinmezliğine açılan bir kapı, cevabı olmayan soruların cevabı gibiydi müzik. Ürettikleriyle bir zamansızlık içinde ruhu arındıran Metin & Kemal Kahraman; hiçlik ve varoluşun etkileyici denklemine sanatla karışan iki büyük dünya sanatçısıdır. Hiç dinlememiş olanların ilk dinlediklerinde onlarsız geçen zamana hayıflanacağı, dinleyicilerinin de kendi dingin koylarına sığınacağı müzikleri; yaşatmak için mücadelesini verdikleri kültürün bir parçasıdır.

Beklenmedik yolculuktan, beklenen zamana karışmalıyım artık. Şimdi kendi denizimin kıyılarından eşlik etmeliyim şarkılara. “Yalnız değilsin eskici/ Bir sabah güneş doğar/ Sevgiden tuğlalarla/ Yeniden kurarız bu kenti….

Yazarın Diğer Yazıları
Davet

Ne kadar oldu böyle heyecanlı uykudan uyanmayalı, bilmiyorum. Uzun zamandır beklediğim bir anın mutluluğuydu heyecanımı büyüten. Benim ve benim gibi birçok insan için özel bir gün olacaktı bugün. Ve ben bu özel zamanı yeğenlerimle paylaşacaktım. Gün boyu bana söylemeseler de gözlerimdeki heyecanı anlamışlardı ve ne zaman akşamki programımızla ilgili konuşsak şaşkın ifadelerle yüzüme bakıyorlardı. Aslında […]

Devamını Oku
Kardelenler Hep Uçar

Yağmur başladı. Şehrin bu mevsimdeki yalancı renkleri birden soluklaştı. Yağmur düşmeye başladığında İstanbul’da eğer evde değilsen, sıcak bitki çayı, bitmesini istemediğiniz bir kitabınızı okumuyor, omuzlarınıza aldığınız şalla pencereye vuran damlaları duymuyorsanız bir yandan , dışarıda trafikte kalmışsanız şehrin acımasız yüzüne maruz kalmışsınız demektir. Kaç saat oldu bilmiyorum trafik artık zulme dönüştü. Kendimi arabanın dışına atıp […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku