Bilge ÇOLAK
Tüm Yazıları
“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”
Ana Sayfa Tüm Yazılar “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”

Kendini ait hissetmediği bir zamandaydı. Geçmişteki yaşamından gelen alışkanlıklarını bırakamıyor gibiydi. Bu dönemde doğmuş olmasına, teknoloji dünyasını yakından tanıyan ilk nesil olmasına rağmen…

Kendini ait hissetmediği bir zamandaydı. Geçmişteki yaşamından gelen alışkanlıklarını bırakamıyor gibiydi. Bu dönemde doğmuş olmasına, teknoloji dünyasını yakından tanıyan ilk nesil olmasına rağmen… Ama bir şekilde yabancıydı. Bir amacının olmadığını hissediyordu. Belki de çok yakında aramamalıydı. Belki de tarihte bulacaktı hayatının amacını. “Gerçekten sevmek” nedir, onu bile bilmiyordu. Her sözde bir sahtelik, her harekette bir iticilik vardı. Sevdiğini söylemeye çekinmenin tatlı huzursuzluğu, her bir kokunun kendine has anlamı, birbirini incitecek bir şeyi yapma ihtimalinin verdiği korku, bir bakış uğruna verilecek bir ömür… Gerçekliğin, gerçeklerin insanıydı o… Gerçek dostlukların, gerçek huzurun, gerçek sevginin, gerçek aşkın… Sevdasını bir ömür kalbinde taşıyacağı, birlikte yeni şeyler öğreneceği, nefes almasının sebebi olacak o kadını bulamamıştı.

İşte, huzuru bulduğu tek yere gelmişti: Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne. “Yeni bir hayatın başlangıcı” demekti onun için burası. Her gelişinde önce uzun uzun binayı süzer, çevresini dolaşır, sonra da açık alandaki bankların birine oturur, karşısındaki Meclis binasını seyrederdi. Binanın içindeki tahta kokusu, “ait olduğu zamanlara” götürürdü onu. Ait olduğu zamanlara…

İçeriden gelen sesleri duyunca irkildi, bu erken vakitte bu kalabalık… Normalde bu saatte çok kişi olmazdı burada. Yan taraftaki odanın kapısını yavaşça açtı. Öyle hararetli bir tartışma gerçekleşiyordu ki odada, kimse fark etmemişti
kulak misafiri olduğunu. Gür ve hitabeti kuvvetli bir ses, kalabalığın karışık sesini tek bir kelimesiyle susturdu. Odada yankılanan bu gür ses, korkutucu olmasının aksine sakinlik vericiydi. “Endişelerinizi anlayabiliyorum. Ne zor günlerden geçtik… Ama şu anda emeklerimizin karşılığını almaya başlıyoruz. Yeni bir başlangıç için gün sayıyoruz. Yapmamız gereken, sakin kalmak ve yeni hayatımız için umutlarımızı canlı tutmak…” diye kalabalığı sakinleştirirken sesinde ufacık bir titreme bile yoktu. Söylediklerine inandığını o kadar belli ediyordu ki; etrafını sarmış kalabalığın üstündeki kara bulutlar yok olmuş, güneş açmıştı her birinin yüzünde. “Ancak unutmamalıyız, büyük güne yalnızca bir gün kaldı ve yapmamız gereken ufak tefek şeyler var. El birliği ile bunların da üstesinden geleceğimize eminim. 23 Nisan 1920, yeni hayatımıza atılan en önemli adımlardan biri olacak.” dedi. 23 Nisan 1920… TBMM’nin açıldığı gün! Tarihi kontrol etmek üzere sol kolundaki akıllı saatine bakmak istediğinde fark etti ki ne saati yerindeydi ne kıyafetleri aynıydı… Üzerinde, çok resmî olmayan ama çok şık bir takım elbise vardı. Eli ise kâğıtlarla doluydu. Biraz inceledi ama yazanları anlamlandıramıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, kapının ardında öylece duruyordu. O sırada bir çift kara gözün kendisini izlediğini fark etti. Kalabalığın arasında bir kaybolan, bir ortaya çıkan bu bir çift gözün kime ait olduğunu anlayamıyordu. Ama çok da tanıdık geliyordu. “Mehmet, girsene içeri… Gerekli evrakları getirdin değil mi?” cümlesi ile irkildi. Bu defa sadece bir çift masmavi göz, ona bakıyordu. Elindekilere bakarak ilerlemeye başladı. Evrakları karşısındaki sarı saçlı adama uzatırken: “Evet Paşa’m, evrakları getirdim. Başka bir emriniz var mı?” Karşısındaki mavi gözlü adamın ciddi ifadesi değişti, bir tebessüm kondurdu dudaklarına: “Mehmet hep böyleydi. Kibar, alçakgönüllü… İnsanları kırmaktan çok korkardı. Hâlâ da öyle. Pek efendi bir çocuk.” Adamın yüzü kızarmıştı utancından; Ata’sından bunları duyuyor olmak, çok anlamlıydı onun için. Bir çift kara göz, tekrar belirdi; Atatürk’ün yanındaydı. Orta boyluydu, kahverengi saçlarıyla bütünleşmiş bukleleri ve tabii gözleri çok güzeldi… Bu kadını tanıyor gibiydi. Hiç yabancı değildi bu yüz ona… Hararetli tartışmalar yapılıyordu. Şu kelimeleri tekrarlıyorlardı: özgürlük, bağımsızlık… Ama o; gözlerini, karşısındaki kara gözlerden alamıyordu. Birçok konu konuşulmuştu. Bir süre sonra “Hepinize çok teşekkür ederim. Yarın, yeni hayatımızın ilk günü olacak. Bugün, güzelce dinlenin. Yarın, yine burada bir araya geliriz.” dedi mavi gözlü adam. Yanındaki kadına dönüp: “Zehra, sen de bugün çok yoruldun. Gidip dinlensen iyi olacak.” Zehra… Demek adı, Zehra… Kadın, yüzündeki gülümseme ile onayladı bu sözleri. Atatürk, “Mehmet, eşlik edebilir misin Zehra’ya? Ben bir müddet daha burada çalışacağım. Evden birkaç kitap getirmeni istiyorum.” diyerek elindeki bir kâğıdı ona uzattı. Adamın sesi titriyordu; bu güzel hanımefendiye eşlik etme fikri, o kadar uzaktı ki ona, heyecanlanmıştı, “Elbette Paşa’m!” diyerek kapıya yöneldi. Zehra ise çoktan dışarı çıkmıştı. Arkasından, “Zehra Hanım!” diye bağırarak koşmaya başladı: “İzninizle size eşlik etmek istiyorum, Paşa’mın istediği birkaç kitabı almam gerekiyor.” Zehra, başını önüne eğerek, “Elbette eşlik edebilirsiniz.” dedi, yüzünü gizlemeye çalışıyor gibiydi. Kızarmıştı. Adam, konuşmaya devam etti: “Paşa’m ile çok yakınsınız sanırım. Birbirinizi uzun zamandır tanıyor olmalısınız.” Zehra, başını kaldırdı. Uzaklara dikti gözlerini: “Evet… Babacığım çok kıymetli benim için. Ben, ailemi hiç tanımadım. Babam, ben doğmadan kısa bir süre önce annem de doğumda vefat etmiş. Kimsem yoktu benim, ta ki Paşa’m ile tanışana kadar… Öyle şefkatliydi, öyle sevgi doluydu ki… Çok ama çok iyi bir baba.” Adam, şaşırmıştı: “Manevî kızısınız yani…” Zehra, adamın gözlerinin içine bakarak yanıt verdi: “Evet…” Derin bir nefes alıp bakışlarını kaçırdı. Adam, “Gözleriniz… Ne kadar güzeller…
Paşa’mın gözlerindeki kararlılığı, cesareti görüyorum.” dedi. Zehra’nın yüzünde, artık saklayamadığı kocaman bir gülümseme vardı: “Çok güzel bir sohbetti, eşlik ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Yarın sizi görebilecek miyim?” Adamın kalbi öyle kuvvetli atmaya başladı ki, kalp atışını buradan geçen herhangi biri rahatlıkla duyabilirdi. “Evet,
yarın Meclis’in önünde olacağım.” diyebildi. Zehra, küçük bir el hareketi ile veda ettikten sonra bile adam, orada bekliyordu. Aynı yerde, kıpırdamadan… Galiba ait olduğu zamandaydı şimdi… Galiba her nefesini anlamlandıracak o kadını bulmuştu…

Ertesi gün, çok erken kalktı. Bugün çok neşeliydi. Dün tanıştığı o genç hanımefendi ve günün önemi, heyecanlandırıyordu onu… Güzel ve uzun bir kahvaltının ardından dolabındaki en şık takım elbiseyi seçti. Özenle hazırlandı. Çünkü bugün, büyük gündü! Zehra da orada olacaktı. Bu sebeple giysisinde bir kırışıklık olmamasına ayrıca özen gösteriyor, daha da özenli bir şekilde hazırlanıyordu. Hazırlandıktan sonra hızla evden çıktı. Meclis binasına geldiğinde oldukça büyük bir kalabalığın orada olduğunu gördü. Konuşma yapan bir kadını dinliyorlardı. Bu, Zehra’ydı. Beyaz elbisesi ne kadar da yakışmıştı ona… Al bayrağımızın önünde konuşmasını yaparken vurguları öyle güzeldi ki… Zehra, adamı gördüğünde başıyla küçük bir selam vererek devam etti konuşmasına. Konuşmasının
sonlanacağı, ses tonunun yavaş yavaş azalmasından anlaşılıyordu. Bir süre durdu, kalabalığı süzdü ve ses tonunu arttırarak konuşmasının son cümlesini söyledi: “Babacığım Mustafa Kemal Paşa’nın söylediği gibi: “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.”

Yazarın Diğer Yazıları
Kırmızı Boyalı Ev

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’imizin Doğum Günü Kutlu Olsun!

Annesi kıyafetlerini düzeltirken Ata durmadan şikâyet ediyordu, “Hadi ama anne, törenin başlamasına çok az kaldı!” Annesi son olarak kırmızı papyonunu düzeltirken onu ikna etmek istercesine, “Tamam oğlum, bitti işte. Pek bir yakışıklı oldun!” dedi. Ata, karşısındaki aynada kendini süzdü, “Çok yakışıklı oldum, değil mi anne? Tıpkı Gazi Paşa’mız gibi…” Annesi gülümseyerek onayladı onu. O da […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku