Bilge ÇOLAK
Tüm Yazıları
“Herkeste bir sevinç. Özgürlüğümüzetekrar kavuşmanın sevinci…”
Ana Sayfa Tüm Yazılar “Herkeste bir sevinç. Özgürlüğümüzetekrar kavuşmanın sevinci…”

“Ömer!” diyerek küçük çocuğun peşinde koşturuyordu genç kadın, “Oğlum! Koşturma etrafta, terleyeceksin.” Yemyeşil bahçenin ortasına konumlandırılmış oturma grubuna uzanmış yaşlı adam, gözlüğünü takmış, günlük gazetesini okuyordu. Bu hengameyi görünce doğruldu, “Bırak çocuğu Filiz! İstediği gibi koşsun, oynasın. Çocukken biz sabahtan akşama kadar dışarıda topun peşinde koşardık, turp gibiydik, hiçbir şey olmazdı.” Çocuğun peşinden koşturmaktan nefes […]

“Ömer!” diyerek küçük çocuğun peşinde koşturuyordu genç kadın, “Oğlum! Koşturma etrafta, terleyeceksin.” Yemyeşil bahçenin ortasına konumlandırılmış oturma grubuna uzanmış yaşlı adam, gözlüğünü takmış, günlük gazetesini okuyordu. Bu hengameyi görünce doğruldu, “Bırak çocuğu Filiz! İstediği gibi koşsun, oynasın. Çocukken biz sabahtan akşama kadar dışarıda topun peşinde koşardık, turp gibiydik, hiçbir şey olmazdı.” Çocuğun peşinden koşturmaktan nefes nefese kalmıştı genç kadın, “Ama babaannem hiç öyle demiyor babacığım. Yaz kış demeden hasta olurmuşsun.” Beyazlamış bıyıklarını düzeltirken ciddi ifadesine tatlı bir gülümseme yerleştirdi, “E, bazen olur öyle şeyler ama böyle böyle bağışıklığımız kuvvetlendi, fena mı oldu? Şimdi bak bana, turp gibiyim bu yaşımda!” Filiz, başını iki yana sallayarak tebessüm ediyordu, “Maşallah babacığım, haklısın aslında…”

Onlar böyle güzel güzel konuşurken Ömer de yerinde durmuyordu tabii. Oradan oraya koşturup duruyordu. Bahçenin bir kısmında tahtadan yapılmış bir çift salıncak ve bir kaydırak vardı. Küçük çocuk bu kez heyecanla salıncağa doğru koştu, “Anneee!” Filiz irkildi, “Babacığım, ben iznini isteyeyim. Benim afacan sallanmak istiyor galiba.” Babası Fethi Bey; al yanakları, bıyıkları ve gülünce yumuşayan ciddi ifadesiyle Hulusi Kentmen’i andırıyordu. Torununu ve kızını sevecen gözlerle izlerken evin bahçeye açılan kapısından kol kola yaşlı bir çift çıktı. Kadının omuzlarında mor bir şal vardı. Ağustos ayı henüz bitmişti, hava sıcaklığını koruyordu ama o şal omzundan hiç düşmüyordu. Yanındaki adam, gözlerinin rengiyle uyumlu mavi bir gömlek giymişti. Fethi Bey, onları görünce hemen yanlarına koştu, “Validem, babacığım! Ben size yardımcı olayım isterseniz.” Yaşlı adam, Fethi Bey’in uzanan yardım elini kibar bir hareketle reddetti, “Yaşımız var, tamam da sağlığımız yerinde çok şükür.” Öyle ya, gerçekten yaşlarını hiç göstermiyorlardı, çok dinçlerdi. Asırlık çınar ağacının serin gölgesindeki oturma grubuna yürüdüler. Yastıkları düzeltip otururken küçük çocuğun sevinç çığlıklarını duydu yaşlı adam, “Fethi! Hiç söylemiyorsun, Ömer’im gelmiş.” diye heyecanla fırladı yerinden. Çocuğun yanına koşar adım gitti. Fethi Bey, peşinden gidecek oldu. Annesi kolundan tuttu, “Abartıyorsun ama Fethi! Çocuk değiliz biz. Ali çok özledi Ömer’i.” Fethi Bey, annesinin sözünden çıkmayan uysal bir çocuk gibi tekrar yerine oturdu.

“Ömer’im, gel de bir sarıl dedene!” Kollarını açarak çocuğun gelmesini bekledi. Ali Bey’i görünce Ömer’in gözlerinin içi parladı. Merdivenlerini çıktığı kaydıraktan hızla kaydı ve yaşlı adamın kollarına koştu. Filiz de heyecanla sarıldı dedesine, sonra sitem eder gibi, “Ömer’i gördüğünde sanki tüm dünyan o oluyor büyükbaba, çevrendekileri görmüyorsun.” dedi. Ali Bey, toprakla oyalanan çocuğa baktı; “Hepiniz benim canımsınız ama Ömer bambaşka. Hem ismini de ben koymuştum. O günü hiç unutmam, bu afacanın doğduğu günü… Yine bu yazlıktaydık. Fethi bizi aradı, ‘hastaneye gidiyoruz’ diye. Ne yapacağını o da şaşırmış, o kadar heyecanlı ki! Ağlıyor mu, gülüyor mu belli değil. Biz de evden nasıl çıktığımızı bilemedik. O iki saat geçmek bilmedi. Sonra kuvözde Ömer’i gördük. Gören, ‘yeni doğmuş’ demez. O masmavi gözler, bilgin bakışlar, el kol hareketleri… Mustafa Kemal geldi aklıma torunumu ilk gördüğümde, gözlerim doldu, ağlamamak için zor tuttum kendimi. Bir de biliyor gibi İzmir’imizin kurtuluşunun yıl dönümünde doğdu haylaz.” Ali Bey, dolan gözlerini eliyle sildi. Filiz dedesine tekrar sarıldı, sonra da merakla sordu; “Mustafa Kemal, gibi mi? Bunu hiç anlatmamıştın.” Yaşlı adam ‘nasıl anlatmadım’ der gibi baktı ama açılan bu konu çok hoşuna gitmişti; yüzündeki o tatlı hüzün, bir çocuğun o saf sevincine dönüştü, “Tıpkı Ulu Önder’e benziyordu. Gözleri, o küçük gözlerindeki kararlı bakışlar… Zaferin hediyesiydi Ömer’imiz bize.” Filiz zihnini biraz kurcaladıktan sonra dedesine heyecanla döndü, “9 Eylül… İzmir’in kurtuluşunun yıl dönümünde doğduğu için!” Ömer, kışa hazırlık yapan minik karıncaları izlemeyi bırakıp annesine ve büyük büyükbabasına döndü, “Ben zaferin hediyesiyim!” Ali Bey, küçük çocuğun başını okşadı, sonra da onu kucağına aldı. Neşesi öyle yerindeydi ki, anlatmaya bayılırdı, “Aynen öyle! 9 Eylül’de ne olduğunu biliyor musun?” Küçük çocuk, ‘hayır’ anlamında başını sağa sola salladı. Yaşlı adam, çocuğun yanağını okşadı ve büyük bir keyifle anlatmaya koyuldu; “9 Eylül, güzel İzmir’imizin nihayet düşman işgalinden kurtulduğu gün! O gün ben de oradaydım Ömer’im, herkes öyle heyecanlıydı ki… Babamla birlikte zafer kutlamasına gitmiştik. Tabii ben daha küçüğüm o zamanlar, altı yedi yaşlarındayım. Annem beni öyle güzel hazırladı ki… Bak, nasıl denk gelmiş; bugün olduğu gibi o kutlu günde de mavi bir gömlek giymiştim. Yokluktan, savaştan çıkmışız… O gömleği annem benim için dikti, hazırladı; babamın gömleklerinden biriydi. Hani Ahmet Dede’n var ya, benim kardeşim. O daha bir yaşında ya vardı ya yoktu, o yüzden annem onunla birlikte evde kalmıştı. Babamla birlikte o kalabalık sokaklardaki yürüyüşe katıldık. Tabii çıkmadan önce kumaştan bayraklarımızı da aldık. O coşkuyu nasıl anlatsam sana… Öyle kuvvetli adımlar atıyorduk ki zeminin titrediğini hissediyorduk. Yüzlerce kişi… Herkeste bir sevinç. Özgürlüğümüze tekrar kavuşmanın sevinci… Herkesin elinde ay yıldızlı bayrağımız, bir renk cümbüşü hâkim İzmir sokaklarında. ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa!’ bağırışlarına babamla birlikte katılıyoruz. Birçok sokağı dolaşıyoruz. Her sokakta birçok kişi katılıyor kalabalık grubumuza. En sonunda kocaman bir meydana geliyoruz. Ama nasıl büyük!” Ömer, Ali Bey’in sözünü kesti, “Bu bahçe kadar mı büyük?” Yaşlı adamın gözlerinin içi parladı; “Evet, bu bahçe kadar büyük bir alandı Ömer’im. Herkes oraya geldiğimizde duruyor, hilâl şekli alıyoruz ve bekliyoruz. Ama ‘İyi ki varsın Kemal Paşa, yaşa Mustafa Kemal Paşa!’ sözleri hâlâ ortalığı inletiyor. Etraf o kadar kalabalık ve o kadar ses var ki birbirimizi anca kulaktan kulağa konuşursak anlayabiliyoruz. Babama dönüyorum, ‘Baba, neden burada bekliyoruz?’ diye soruyorum. Babam ne diyor biliyor musun, ‘Mustafa Kemal Paşa’yı ve kahraman Türk ordusunu selamlamak için bekliyoruz.’ Biraz bekledik. Sesler hiç kesilmedi. Aksine her geçen dakika daha da yükseldi. Sonra kahverengi bir atın üstünde göründü Gazi. Yüz ifadesini hiç unutmam. Çocuklarıyla gurur duyan bir baba gibi bakmıştı önündeki kalabalığa. Ciddi, kararlı bakışlarının ardına yerleştirmişti tebessümünü. Babam da Milli Mücadele döneminde cephedeydi. Paşa’yı birkaç kere görmüştü. Eve dönüşünü ve onu bana anlatmasını heyecanla beklemiştim. ‘Gözlerindeki o kararlı ve keskin bakışları başka kimsede görmemiştim. Bir bakışına on cümle sığdırırdı sanki, o kadar çok şey anlatırdı ki tek bir bakışla.’ diye anlatmıştı. O masmavi gözlerinin üzerinde o kadar çok durmuştu ki… Senin gözlerin de Paşa’ya çekmiş.” diyerek Ömer’in burnuna nazikçe dokundu. “Hakikaten babamın anlattığı gibiydi. O nasıl bakmaktır, sanki gözlerinde şimşekler çakıyordu… Sapsarı saçlarının bir kısmı görünüyordu çünkü bir kalpak takmıştı. Askeri üniformasını giymişti. Atın üzerinde dimdik oturarak Türk halkını selamlıyordu. Onu gördükleri an herkesin sevinci daha da büyüdü. Bir an cesaretimi topladım, çocukluktan gelen o atiklikle kalabalıktan sıyrılıp öne çıktım, ‘Mustafa Kemal Paşa’m!’ diyerek bir asker selamı verdim. Babam, bana nasıl asker selamı vereceğimi öğretmişti. Gazi beni fark etti, atından indi. Yanıma yaklaştı. Gözlerindeki o ciddiyet benimle konuşmaya başlayınca yerini sevgi ve şefkate bıraktı. Önce başımı okşadı, ‘Kaç yaşındasın sen çocuk?’ diye sordu. Karşımda ulusumuzun kahramanı duruyordu ve benimle sohbet ediyordu. O anki heyecanımı anlatamam ama bu heyecanımı belli etmemeye çalışıyordum, başladım Paşa’nın sorularını cevaplamaya, ‘Yedi yaşındayım.’ ‘Ne olmak istiyorsun büyüyünce?’ ‘Subay olacağım Paşa’m! Vatanım için elimden gelenin en iyisini yapmak için çabalayacağım.’ Son söylediklerimi duyunca Mustafa Kemal Paşa tekrar başımı okşadı, ‘Aferin çocuk! Bu vatanın geleceği sizlersiniz.’ Bu defa halkın arasına girdi, onlarla konuştu. Paşa’yı takip eden kahraman Türk ordusunun kolaylıkla geçebilmesi için kalabalık, iki yana ayrıldı. Coşkulu halk, heyecanla Paşa’yı ve kahraman Türk ordusunu selamlıyordu. O gün bitti, ertesi güne de taştı kutlamalar, üç gün üç gece sürdü. Sokakları dolduran marşlar, coşkuyla sallanan bayraklar… İşte böyle güzel bir günün yıl dönümünde geldin sen dünyaya Ömer’im!”

Ali Bey’in gözlerinden yaşlar akıyordu, Ömer bunu görünce küçük elleriyle sildi dedesinin gözyaşlarını, “Ağlama dede, ağlama…” Yaşlı adam gülümsedi, “Mutluluk gözyaşları oğlum bunlar, mutluluktan ağlıyorum ben.”

Filiz, karşısındaki bu güzel tabloyu uzun uzun seyredebilirdi ancak bahçenin biraz ötesinden annesi seslenendi, “Hadi bakalım küçük bey, gel de pastanın mumlarını üfle!” Ali Bey, Ömer’i kucağından indirdi, “Hadi koş bakalım delikanlı, ben de geliyorum hemen.” Küçük bey, kollarını açmış onu bekleyen anneannesinin kucağına koştu. Bütün aile oradaydı: Küçük çocuğun annesi, babası, anneannesi, dedesi, büyük büyükannesi, büyük büyükbabası… Dayılar, teyzeler… Kalabalık bir kutlama vardı. “Önce dilek tutacağım.” diye heyecanla bağırdı Ömer, sonra da üfledi mumları. Herkes alkışladı yeni yaşına giren küçük beyi. “Ömer’imizin yeni yaşının kutlamasına dışarıda devam etmeye ne dersiniz?” diye heyecanla sordu Ali Bey, ellerinde birçok Türk bayrağı vardı. Ömer herkesten önce davrandı, “Eveeet!” diyerek dedesinin elindeki bayraklardan birini aldı. Ailenin diğer üyeleri de onu takip etti.

Her yer kırmızı beyaz bayraklarla donatılmıştı, dillerinde “İzmir Marşı” ile geniş meydana yürüyordu binlerce insan. Kucağında Ömer’le Ali Bey de katıldı “Yaşa Mustafa Kemal Paşa!” sözlerine, ellerindeki bayrakları heyecanla sallıyorlardı. Bu kalabalıkta ilerlerken kucağındaki o küçük çocuğa baktı yaşlı adam. Torununun gözlerindeki ışığı görünce geleceğe umutlu bakmakta ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anladı, umut doluydu. Ata’mızın “Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizlersiniz.” dediği küçük hanımlara ve küçük beylere sonsuz bir güven duyuyordu.

Yazarın Diğer Yazıları
Kırmızı Boyalı Ev

Elinde, kenarları iyice yıpranmış küçük bir not kağıdıyla etrafına şaşkın şaşkın bakarak ağır adımlarla yürüyordu. Çevresindeki evlerin hepsi birbirine benziyordu. Hepsi kırmızı boyalıydı, penceresi rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Gerçek olamayacak kadar samimi ve güzel bir yerdi. Herkes burada bir aile gibi olmalı, diye düşündü. Her evin önünde küçük bir bahçesi vardı. Kimi en sevdiği çiçekleri dikmişti […]

Devamını Oku
Cumhuriyet’imizin Doğum Günü Kutlu Olsun!

Annesi kıyafetlerini düzeltirken Ata durmadan şikâyet ediyordu, “Hadi ama anne, törenin başlamasına çok az kaldı!” Annesi son olarak kırmızı papyonunu düzeltirken onu ikna etmek istercesine, “Tamam oğlum, bitti işte. Pek bir yakışıklı oldun!” dedi. Ata, karşısındaki aynada kendini süzdü, “Çok yakışıklı oldum, değil mi anne? Tıpkı Gazi Paşa’mız gibi…” Annesi gülümseyerek onayladı onu. O da […]

Devamını Oku
Bu Sayıdan Yazılar
Yaşar Kemal’le Geçen Günler / Öğrendiklerim

Zaman zaman sorarlar, Yaşar Kemal’le olan dostluğumuzu. Hayranı olduğum bir insanın/ ulaşılmaz bildiğim bir büyük yazarın bir gün dostu oldum. Nereden nereye derim içimden. Bu yazıya başlarken Çukurova Yaşar Kemal kitabımda da anlattım. Ayşe Semiha Baban’ın içtenliği, ilgisi sayesinde onunla konuştum, birlikte oldum. Ayşe Hanım beni evine aldı, Yaşar Kemal’le söyleşmemizi sağladı. Onun içtenliğini unutamam. […]

Devamını Oku
Anadolu’unun Köklü Çınarı: Yaşar Kemal

Beykoz tarihi günlerinden birini yaşıyordu. 10 Ekim 1965 Milletvekili Genel Seçimlerinin propaganda dönemiydi. Sanat tarihçileri tarafından “Su Sarayı” olarak tanımlanan Beykoz’un simgelerinden biri olan Onçeşmeler’in yanı başındaki köşe kahvede Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) toplantısı vardı. Kahvenin içi dolmuş, sonradan gelenler dışarı taşmıştı. Gözlüklü, tok sesli, uzun boylu adam “Oyunuzu adama verin, beygire değil.” diyordu. Adam […]

Devamını Oku